"Hiç şüphesiz Vatan ve Devlet için, icap ettiğinde herşeyini ve hatta ocağını söndürme bahasına canını dahi feda etmek en kutsi bir vazife ve en yüksek bir şereftir; Vatan ve Devlet için ölünmezse başka ne için ölünür ki? Fakat, bir ülkenin essah evlatları sadece O'nun varlığı için ölmek zamanı geldiğinde göreve çağrılıyor ve lakin yaşama alanlarından tard ediliyorlarsa bunun üzerinde çok ciddi bir şekilde düşünmek şarttır."
Türk'ün üzerinde en az üç asırdanberi kara bulutlar dolaşmakta, tali'i en az üç asırdan beri aksetmiş, bir makus (ters dönmüş) tali' haline dönüşmüş bulunmaktadır; bu kara baht bulutları zaman-zaman dağılsa da yine hızla kararmakta ve umut güneşini örtmektedir. Makus Tali' hala O'nun yakasını bırakmamıştır, hala hükmünü icra etmektedir.
Tali'in bu ters dönüşünün, kabaca, iki asli sebebe irca edilmesi mümkündür: Entellektüel ve siyasi kriz.
Entellektüel Kriz'in kökeni, bütün İslam dünyasının müşterek kaderidir ve bunda en büyük vebal, diğer birçok siyasi, tarihi ve sosyal/sosyolojik amillerle birlikte, İslam İntelijansiyası'nındır: Akıl ile çatışmaya giren, tefekkürü durağanlaştıran, otoritelerin boyunduruğunu meşrulaştıran, İslam Aydınlanması'nı bir İslam Skolastisizmi'ne dönüştüren; İslam'ı ve Dünya'yı yanlış okuyan, Müslümanların Dünya ile arasını açarak onları tarik-i dünya olmaya zorlayan ve onların terkettiği Dünya'yı başkalarının eline veren İntelijansiya'nın.
Entellektüel Kriz ile çok yakın bağları olan Siyasi Kriz'e gelince: Her büyük imparatorluk gibi Osmanlı da tarihin muayyen bir döneminden itibaren, küçülmenin adeta kaçınılmaz olduğu büyüme limitlerine ulaşmıştır. Geriye doğru saymanın başladığı bu tarihi dönüşüm noktasından sonra, O'nun kaderini elinde tutanların tek gayesi, bütün İslam dünyasının savunmasını tek başına üstlenmiş, git-gide anakronikleşmeye ve çözülmeye yüz tutan devasa bir imparatorluğun "var-oluş problemi"ni çözmeye, Mağrib'den Maşrık'a dek uzanan geniş topraklarını muhafaza etmeye çalışmak olmuştur ki bunun için de elini taşın altına koyacak en büyük ve hatta tek kaynak, O'nun kurucu asli unsuru olan Türk'ten başkası olmayacaktır. Çünkü, genel bir hüküm olmak üzere, İslam Dünyası'nın son büyük filozofu addedilmeye layık olan İbn Haldun'un da herhangi bir te'vil ile saptırılamayacak derecede net ve berrak, gayet sarih bir surette isabetle belirtmiş olduğu gibi, devletin temellendirilmesi ve başlangıçtan itibaren korunması O'nu kuran aynı asabiyet sayesinde olmaktadır [Mukaddime: III.II]. Bunun anlamı gayet açıktır: Osmanlı'yı kuran da, başlangıcından itibaren koruyan da Türkler olmuştur. Şimdi Devlet ve Vatan dara düşmüştür, o halde, hassaten bu dar zamanında O'nu koruyacak olan da, Türk'ten başkası olmayacaktır. Türk, Devlet'i kuran ve yaşatan asabiyedir; O, "Omurga"dır: Devlet ve Vatan yaralandığında yüreğine köz düşen omurga.
İşte, Türk'ün makus tali'i asıl bundan sonra başlamıştır; zira, O'na, bu tarihten sonra iki asli vazife tevdi edilmiştir: Köylülük ve Askerlik!
Bu dönemde, Türk, git-gide, bir yandan Dünya'yı okumak, çağın nereye gittiğini fehm ve idrak etmek konusunda azce düşen İntelijansiya'nın Dünya ile mesafeli hale getirip, teşebbüs ruhunu adeta tekfir ederek dünyevi güç ve kudret menbalarından uzak tutması ve diğer yandan da Ulu'l-Emr'in Devlet ve Vatan müdafaası için varını-yoğunu elinden alması sonucunda adeta bedevileşmiş, "Köy"e çakılmıştır. Beri yandan, madem ki O, asli unsurdur, madem ki Omurga'dır; o halde Devlet ve Vatan'ın müdafasında ancak ve yalnız O'na güvenilebilecek, ancak ve yalnız O'ndan can bedeli istenebilecektir. Çünkü annemiz olan Vatan ve babamız olan Devlet dardadır ve evlatlarını imdada çağırmaktadırlar: Öyleyse, haydi Türk: Vatan ve Devlet için öl!
Hiç şüphesiz Vatan ve Devlet için, icap ettiğinde herşeyini ve hatta ocağını söndürme bahasına canını dahi feda etmek en kutsi bir vazife ve en yüksek bir şereftir; Vatan ve Devlet için ölünmezse başka ne için ölünür ki? Fakat bir ülkenin essah evlatları sadece O'nun varlığı için ölmek zamanı geldiğinde göreve çağrılıyor ve lakin yaşama alanlarından tard ediliyorlarsa bunun üzerinde çok ciddi bir şekilde düşünmek şarttır.
İmdi: Bu tarihi kırılma noktası, bilhassa geçen asrın sonları ve bu asrın başlarında, İmparatorluk için siyah iplik ile beyaz ipliğin ayırdedilmeye başladığı "İmsak Vakti" olmuştur: Gece bitmiş ve kim bu devletin ve vatanın asli unsuru, kim çekirdek, kim kabuk, kim muzahrafat, aşikar olmaya başlamıştır. Gerçek bir fütuhatçı imparatorluk ve gerçek bir tolerans devleti olan Osmanlı'nın iyi dönemlerinde Türk-olmayan bütün unsurlar, Haldun'un "Sebeb Asabiyesi" olarak tanımladığı potada eritilmişlerdi; Devlet büyük ve güçlü idi, cazibesi vardı ve çağ da milliyetçi bağımsızlıklar çağı değildi; ama, Devlet küçüldükçe ve zayıfladıkça cazibesi azalıyordu ve dahi çağ da milliyetçi bağımsızlıklar çağı olmaya, yeniden Neseb Asabiyesi'ne avdet etme çağı olmaya başlamıştı. Safvet devirlerinde imparatorluğun nimetlerini eşit derecede paylaşan Türk-olmayan diğer unsurlar, siyasi milliyetçilikler çağının başlamasının hasıl etmiş büyük muharrik kuvvetin de te'siriyle, zaaf devrinde, külfetleri paylaşmaktan kaçınmaya başlamışlardı. Zaman, artık bütün gayri Türk unsurları "Osmanlı" kimliğinin büyük şemsiyesi altında tutmaya yetmediği zaman idi. Farklılığını keşfeden her neseb, kendi devletini istiyordu; müslim ya da gayri müslim, her neseb! Bu vakitten sonra, pek az istisnai haller hariç, bu devleti ve vatanı ya Türkler müdafaa edeceklerdi, ya da Türkler; yani Omurga. Bu iş başka birisine tevdi edilemez, Devlet ve Vatan için ölmek, başka birisine teklif edilemezdi; çünkü onlar için bu devlet ve bu vatan kendi devletleri ve vatanları değildi artık.
Zaman, "zor zaman" idi; Devlet ve Vatan, var-olmaya devam edebilmek için evlatlarının kanını istiyordu; essah evlatlarının.
İşte, önce Duraklama ile başlayan ve sonra Gerileme ve Çökme ile ivmelenerek devam eden ve zirveye 1821-1921 arasındaki "Felaket Yüzyılı"nda çıkan bu uzun var-oluş mücadelesi süresinde Türkler, Vatan ve Devlet için mallarını ve canlarını verirken, İmparatorluğun Türk-olmayan unsurları, ama bilhassa gayri müslimler, Köy'e tıkılan Türk'ün hasıl etmiş olduğu boşluğu doldurmaya; gerek iç ve gerekse de dış şartların elverişli olmasından da bil-istifade, harici güçlerle de işbirliği yaparak, asla hayatlarından daha kıymetli, daha muazzez bir "kutlu toprak" - daha ağır ama daha gerçek bir ifadeyle söylendikte - hakiki manada bir "vatan" değil bir nevi' "koloni" telakki ettikleri, asla içselleştirilmiş bir sevgi ile bağlı bulunmadıkları, Köy'e tıkılmış Türkler'in canlarını vererek ayakta tutmaya çalıştıkları Ülke'nin zenginliklerini zimmetlerine geçirmeye; çöllerden dağlara ölmek için koşuşturulan Türkler'den çalarak şişmeye, şiştikçe azgınlaşmaya ve giderek zamanla ekseri hallerde emperyalist sermaye ile de ittifak ederek Ülke içinde şantajcı, işbirlikçi, baskıcı ve sömürgeci bir güç haline gelmeye başlamışlardır.
|