Osmanlı'nın ilimde ve tefekkürde, İslam dünyasına, klasik dönem ayarında katkıda bulunmadığı söylenebilir ve bunun belirli bir doğruluk payı da vardır; Eski Yunan'a nisbetle Roma'nın durumu ne ise klasik dönem İslam dünyasına nisbetle durumu da aynı olan Osmanlı'nın asıl ve yeri doldurulamaz başarıları, dünya siyasetinde ve tarihin akışında oynadığı büyük rolde aranmalıdır.
Öncelikle, Osmanlı'nın ne kadar kötü bir miras devraldığı hiç gözardı edilmemelidir. O, barbar Moğol akınlarının Türk ve İslam dünyasını tahrip eden büyük yıkım hareketinden kısa sayılabilecek bir müddet sonra tarih sahnesine çıktığında, ne yazık ki, bir mamureyi değil bir harabeyi devir ve teslim almıştı. Orta-Asya'dan Mısır hududuna varıncaya kadar bir enkaza dönüştürülen İslam dünyası, bu ağır darbeyi hiçbir zaman tam olarak telafi edememiş ve eski günlerin ihtişamını geri getirememiştir. Yani, Osmanlı, parlak bir medeniyet teslim alıp da söndürmüş değildi; onüçüncü yüzyıl sonları ve onbeşinci yüzyıl başlarının, İslam düşüncesinin ihtişamlı döneminin büyük bir ölçüde kapandığı; hemen-hemen her alanda tefekkür devlerinin neslinin tükenmeye yüz tuttuğu bir devir olduğunu ve bunun yanında, Osmanlı'nın devir ve teslim aldığı Selçuklu siyasi mirasının param-parça ve fetrete boğulmuş bir Anadolu'dan başka bir şey olmadığını da asla ve kat'a unutmamalıyız. Bütün bunlara ilaveten, bir asır sonra, Moğollar kadar olmasa da Timur'un vermiş olduğu zarar da göz önünde tutulacak olursa Osmanlı'nın hangi şartlar altında bulunduğu daha iyi takdir edilebilir. Ancak, bütün bunlara rağmen, Namık Kemal'in harikulade tesbitiyle "bir aşiretten çıkarılmış cihangirane bir devlet" olan Osmanlı, bu geniş coğrafyada adeta akıllara durgunluk verecek derecede ihtişamlı bir destan yazmaya muvaffak olabilmiştir ki bir daha tekrarlanması muhal olan bu destanın en dikkat çekici yanlarından birisi, hatta birçok bakımlardan birincisi, Batı kolonyalizmine karşı vermiş olduğu fevkalade şerefli mücadeledir. Osmanlı'nın bu konudaki en büyük başarısı, hiç şüphesiz, Selçuklu'dan devralmış olduğu "İslamın Batı'ya doğru yürüyüşünü" çok daha büyük çapta olmak üzere devam ettirmesidir ki, bunun, tarihin tersinden okunması durumunda, "Batı'nın Doğu'ya doğru yürüyüşünün ve İslam dünyasını kolonize etmesinin önlenmesi" olarak değerlendirilebileceği aşikardır.
Osmanlı, tarih sahnesine çıktığı ilk yıllardan itibaren sürekli olarak ve tek başına, hiçbir Türk ve İslam ülkesinden yardım görmeden - ve hatta tam aksine, bu dünyanın içinden, İran başta olmak üzere şiddetli engeller, arkadan vurmalar ve düşmanlıklarla karşılaşmış olmasına rağmen - Batı'yı daraltmış ve zirvede olduğu dönemde ise O'nu kendi kıt'asının içine adeta hapsetmiştir.
***
Osmanlı'nın anti-kolonyalizm mücadeleri "cephe" olarak adlandırabileceğimiz şu altı geniş havzada asırlarca sürmüştür: Anadolu, Balkanlar, Doğu Avrupa, Doğu Akdeniz, Güney Akdeniz / Kuzey Afrika, Güney Asya
Burada bilhassa Anadolu en başta gelen stratejik bir önemi haiz bulunmaktadır. Bu noktada dikkatlerin çekilmesi gereken önemli bir husus, çok eski çağlardan beri Batı ile Doğu arasında Perslerle başlayan hakimiyet mücadelesinin seyridir. Darius'un Batı fütuhatının rövanşının İskender eliyle alınmasından sonra bütün tarih boyunca, özellikle Anadolu coğrafyası üzerinden, bazan sıcak bazan soğuk şekilde de olsa, Doğu-Batı çatışmaları günümüze kadar hiç dinmeden bitmeyen bir kan davası şeklinde gelmiştir. Bu Doğu-Batı hakimiyeti çekişmesinde Selçuklu'nun Anadolu fütuhatı tarihi bir dönüm noktası teşkil etmiş, sonra Haçlı Seferleri ile dengelenmiş ve hatta bir miktar geriletilmişti. Moğollardan sonra Seçuklu'nun dağılmasıyla ortaya çıkan Beylikler Fetreti Dönemi'nden sonra şayet Osmanlı'nın yükselişi olmamış olsaydı, Anadolu'nun Endülüs'ten çok daha önce "endülüsleştirileceği"ne ve akabinde vuku' bulacak gelişmelerin, bütün İslam dünyası üzerinde diplere kadar inen çok sarsıcı bir yıkıma yol açabileceğine muhakkak nazarıyla bakabiliriz.
|