ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Siyasi Milliyetçiliğin İflası: XI
Durmuş Hocaoğlu

Muhalif Gazetesi / Sayı: 43; 10.11.2000-16.11.2000
MHP Tecrübesi ile yaşanan Siyasi Milliyetçiliğin İflası'nda, çok temel bir doktriner arıza olan, Millet'i değil Devlet'i merkeze alan Devletçi Milliyetçilik karakteri yönlendirici ve belirleyici bir başat rol üstlenmiştir.
 
Devlet'i merkeze alarak Millet'i O'na tabi kılan ve bu sebeple de kaçınılmaz olarak bir despotizm yaratan veya en azından bu despotizm karşısında hassas olmayan - ki bu da bir te'yiddir ve despotizme iştiraktir - işbu Devletçi Milliyetçilik doktrininin en yetkin ifadesini formüle eden kişi, merhum Dündar Taşer'dir. Modern dünyada modern milliyetçiliklerin nasıl geliştiklerini nazar-ı itibare almayan ve tipik bir tarihe gömülme örneği olan Taşer için Devlet, adeta her işi hikmetli olan beşer-üstü bir kutsal varlıktır. Nitekim, Osmanlı tarihinde de kullanılan ve Tasavvuf'taki Allah'ta yok olma, varlığını Allah'ın varlığında eritme manasına gelen "fena fi'llah" teriminin siyasi versiyonu olan ve Devlet'te yok olma, varlığını Devlet'in varlığında eritme manasına gelen "fena fi'd-devlet" terimi Dündar Taşer'in Devlet anlayışı için bir logo hükmündedir.
 
MHP'nin tarihi gelişim seyri içerisinde Milliyetçilik anlayışının teşekkülünde mühimce bir rolü bulunan 27 Mayıs'ın meşhur tankçı binbaşısı Dündar Taşer'in bu anlayışı hakkında bir miktar iktibas yapılması, konunun daha da iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Taşer hakkında yapılmış en iyi araştırma olan "Dündar Taşer'in Büyük Türkiyesi"nin müellifi Ziya Nur kitabının başlangıç kısımlarında [Ziya Nur., Dündar Taşer'in Büyük Türkiyesi., İrfan Yayınevi., Beşinci Baskı., İstanbul, Kasım 1991] bu terimi ilk defa kullanan ve Taşer'e empoze edenin kendisi olduğunu ileri sürmekte ve şöyle demektedir:
 
Bu tabir, Osmanlı Tarihini okurken, padişahların, vüzeranın ve rical-i devletin etvar ve hareketlerine hayranlığımın neticesi olarak ilk defa benim hatırıma gelmişti. Adamlar, devletle o kadar haşır neşir olmuşlardı; onu, o kadar mukaddes görüyorlardı ki, onların bu hallerini ancak tasavvuftaki "fena fi'1-lah" tabiriyle izahın imkanı vardı. Bu sebeple, onlann ruhi hallerini ve fikri idraklerini "fena fi'd-devle ve'l­mille" tabiriyle tavsif etmiştim.
 
Sonra bazı Osmanlı müelliflerinin de aynı tabiri kul­landıklarıııı görmüştüm. Mesela Cevdet, bir hususi mecliste Fuat Paşa'nın, Ali Paşa'ya "Sizin yanınızda Köprülü Paşalar filan nedir?" cinsinden müdahalelerde bulunmuş; buna dayana­mayan vak'anüvis: "Köprülü fena fi'd-devle olmuş bir adamdı. Rükua varmış devleti ayağa kaldırmağa hasr-ı efkar etti, muvaf­fak da oldu. Şimdi de böyle fedakar bir vezir olsa bu devleti ihya eder. Siz ondan malümatlısınız. Lakin bahçe tanzim etmek, yakınlarınızı kayırmak gibi işlerle meşgulsünüz." cevabını vermişti.
 
Bunu kendisine (Dündar Taşer'e-D.H.) nakletmiştim. Bu mevzuda çok kafa yormuş, büyük ve üstün izah ve terkiplere varmış bir adam olduğu içiıı, aradığı şeye bir cevap bulmuş gibi sevinmişti. Çok sür'atli çalışan muhakeme mekanizmasının imal ettiği fi­kirleri, en güzel kelime ve cümle kalıplarına dökmek için, gözlerini sabit bir noktaya dikerek konuşmağa başlamıştı. Düşünerek konuşurken, daima böyle yapar; ya sigaradan bir nefes çekerek, afili ve mütefekkirane bir eda ile üfler veya ma­saya iki dirseğini koyarak, öne eğilir; ellerini çene hizasında tu­tarak, müfekkiresinin imal ettiği fikirleri yakalamak ister gibi bir hal alırdı. Bu esnada kaşları hafifçe çatılır, dudakları kendine has, fakat tatlı ve hafif bir baş hareketiyle açılırdı. Ayası geniş ellerinin, oldukça kısa ve dolgun parmaklarını, sanki fikri davet ediyormuş gibi, yukarı dogru açar ve arada bir bükerdi. Yine öyle yaptı.
 
"Evet" dedi. "Merzifonlu'nuıı idam emrini getiren bos­tancıbaşı ile yanındaki cellada karşı tavrı nedir? Padişahın kendi­sini azlettiği hakkındaki hat geldiği zaman, Paşa, Belgrad Paşa Sarayı'nda öğle namazını kılmaktadır. Mağlubiyete uğrayan her vezir gibi, akibetinin ne olacağını bilmektedir. Bostancıyı almış, kabul etmiş, sunduğu fermanı öpüp başına koymuş ve okumuştu. Haberciye, hakkında azilden başka bir emr-i padişahi bulunup bulunmadığını sormuş ve "beli Sultanım" cevabını almıştır. Bunun üzerine abdest tazeleyerek iki rekat namaz kılmış: vücudunun toprağa düşmesini temin için, yerde­ki haliçeyi kaldırmış, kıbleye dönerek, celladlara: "şöyle bir hoşça tutun" demiş; kelime-i şahadet getirerek ruhunu teslim etmiştir."
 
"Onun sakit ve samit, fakat dindaraııe ve vakurane bir huşu ile teslim-i can edişi, devlete ve padişaha karşı duyulan hudut­suz itaatin ne asil bir tezahürüdür. Osmanlı kudretinin o akıl almaz büyüklüğünün istinat ettiği manevi temel, devlet idrakinde ulaştıkları, şu erişilmez merhaledir."
 
"Ya o Budin Beğlerbeği, 80'lik vezir Uzun İbrahim Paşa'nın hareketine ne buyurulur? Kurulan Harb Divanında, Viyana Sefe­rine itiraz etmiş; "Evvela Yanık gibi etraf kaleleri düşürelim, bilahare ve gelecek sene muhasaraya girişelim, fakat yine siz alemsüz, yine siz bilirsiz." diye fikrini söylemiştir. Bilahare mağlub olununca, Sadrazam, onun idamına karar vermiştir. Buna bazı hataları da sebep olmuştur. İdam edilmeden, Sultan'a bir mektup yazmış, bigünah olarak gittiğini, Sadrazam'ın kendisine gadrettiğini bildirmiş; "fakat zinhar Padişahım ona kıymaymız, devleti bu badireden kurtaracak yine odur, yeri dol­durulmaz bir vezirdir" demiştir. Bu ne büyüklüktür... Adam gadren öldürüldügünü söylüyor; Merzifonlu'ya düşman olması lazım. Belki de düşman. Fakat önce devleti düşünüyor; onu gi­riftar olduğu badireden kurtaracak adam ise ancak kendi düşmanı. Fakat onun için en büyük şey devlet... İşte bundan dolayı Padişah'a "zinhar ona kıyma" diyor."
 
"Hammer, bu vak'a için "Roma'da bile görülmez" diyor. Nerde görülür ki!..."
 
"Adamlar, ölürken bile devleti düşünüyorlar; onunla dopdo­lular. Zaten devlete, ne kadar canla başla hizmet ederlerse, o yola ne kadar fedakarlık ederlerse, İlahi rızaya o kadar fazla nail olacaklarına kaaniler."
 
"İşte "fena fi'd-devle" denilen adamlar bunlar."
 
 .../...
 
      Kitabın ileriki sayfalarında nakledildiğine göre, bütün bunlardan Taşer'in çıkarmış olduğu netice şudur:
 
"Adamların kafasında daima büyük, alabildiğine büyük bir "devlet" var. Ona en hafif bir gölge düşürmekten korkuyorlar. Bu adamlar başka tipler; devlete adeta tapıyorlar: ona taabbud edercesine bağlılar. Hegel'in devlet tasavvuru ve telakkisi bile, bunların fiilen ulaştıkları yüksekliğin yanında, fazla bir mana ifade etmez görünüyor."
 
İmdi; bu yazı serisinin bundan önceki birçok kısmında vurgulandığı gibi, Devlet'in olağan-üstü derecede ehemmiyetli bir müessese olduğu her türlü şüpheden ari bir husustur. Bu hususu, bu yazı serisini sekizinci bölümünde [Muhalif, Sayı: 40., Tarih: 20.10.2000-26.10.2000] "Devlet, "düzen" fikrinin somutlaşmış ifadesidir ve bu sebeple de bizatihi "düzen" demek olan içtimai var-oluşun lazım-ı gayri müfarik, temel varlık şartı olmaktadır. Bu veçhesiyle Devlet, toplumsal varlığın fiziksel gövdesini, onun var-olabilmekliğinin ve var-olmaya devam edebilmekliğinin de te'minatını teşkil etmektedir. Fakat Devlet'in zati önemi sadece bu kadarla tahdit edilemez: Devlet, aynı zamanda, Hürriyet'in de en ilk ve en temel şartı ve te'minatı olmaktadır. Zira, "herhangi birşey" olabilmek için öncelikle "var-olan birşey" olmak gerektir. İşte, toplumsal açıdan hür olmak önce var-olmayı ve "var-olan birşey" olmak da, ancak Devlet sahibi olmayı zaruri kılmaktadır. Devlet'in, Çiçero'nun ifadesiyle, yerine göre, herşeyden daha önemli olabilmesi de bundan ileri gelmektedir" şeklinde ifade ederek, devamında, Devlet'in, ehemmiyetler hiyerarşisinde Vatan'dan ve Fert'ten daha önce geldiğini vurgulamış ve fakat Millet'e nazaran ikinci sırada olduğunu belirtmiştik.
 
İmdi: Yuarıda yaptığımız alıntılar ise Devlet'i şu şekilde tanımlamaktadır:
 
1: Devlet, zatı itibariyle beşer-üstü, "kendinden", varlığını ve meşruiyetini sadece kendisinden alan, kutsal bir müessesedir;
 
2: Millet, Devlet'e endekslenerek ikinci plana itilmiş, ikincilleştirilmiştir;
 
3: Herşey Devlet ve O'nun varlığı ve bekaası içindir;
 
4: Bütün tebaa Devlet'in kuludur ve Devlet'e karşı taabbud, yani katıksız, sorgusuz-sualsiz bir itaat ve varlığını Devlet'in varlığında eritmek ile mükelleftir;
 
5: Devlet'in her işinde bir hikmet vardır; Türkçe'ye "Hikmet'i Hükumet" olarak yerleşen, Fransızların "La Raison d'état" dedikleri bu hikmet sorgulanamaz;
 
6: Binaenaleyke zalik, Devlet prensipte hata yapmaz; yapsa dahi Devlet'in hatası kullarının doğrusundan daha doğrudur.
 
Varlığını ve meşruiyetini kimseye borçlu olmayan, her işi hikmetli, hiçbir fiilinden hesap sorulması şer'an caiz olmayan ve herkesin sorgu-sual etmeden baş kesip eğmekle mükellef olduğu, kelimenin tam manasıyla bir Kutsal Devlet portresi çizen bu tanımlama, bize, zarif bir siyasi hicivdeki "Büyük Reis'in Kutsal Anayasası"nı hatırlatmaktadır. Sadece ve yalnız iki maddeden oluşan bu anayasa aynen şöyledir:
 
Madde Bir: Büyük Reis, her hususta, her yerde, her zamanda ve her türlü ahval ve şerait tahtında haklıdır.
 
Madde İki: Büyük Reis'in haksız olması durumunda Bir numaralı madde kendiliğinden yürürlüğe girer.
 
Bir kutsallık alanı olarak algılanan Tarih'e karşı hiçbir eleştirel nazar ile bakmayan ve tipik bir Anakronik Tarih Mistisizmi'nden beslendiği, sürekli olarak Tarih'e yapılan atıflarla aşikar olan bu dehşet uyandıran fikrin, kaçınılmaz olarak, kas-katı bir Devlet Mistisizmi ve Devlet Fetişizmi yaratması, tartışma kaldırmaz bir husustur. Bu bir Devlet Mistisizmi'dir; zira, ne kadar mühim olursa olsun neticeten beşeri olan, beşer eliyle inşa edilen bir müessese olan Devlet, tasavvufi bir terim olan "fena fi'd-devlet" ile aşırı derecede yüceltilmektedir. Yine bu bir Devlet Fetişizmi olmaktadır; zira Devlet, bir anlamda bir Yer-Yüzü Tanrısı (Deus Terrana) şekline dönüştürülmektedir; nitekim, idealize edilen Osmanlı dönemi ricalinin Devlet sadakatini vurgulamak gayesiyle söylenen "Bu adamlar başka tipler; devlete adeta tapıyorlar: ona taabbud edercesine (taparcasına) bağlılar" ifadesi bunu açıkça göstermektedir.
 
Dündar Taşer'in son derece halisane niyetlerle serdetmiş olduğu kuşkusuz olan bu fikirlerinden, kendisini samimiyetle Millet'in iradesine ram eden, yani "hadimu'l-millet", veya Taşer'in ibaresiyle söylendikte "fena fi'l-millet" olan bir devlet zihniyetinin çıkmayacağı; bu fikri kendisine çıkış noktası ittihaz eden bir siyasi doktrinin de, Devlet ile Millet arasında bir öncelik ve ehemmiyet tercihine gidilmesi icap eden hallerde bunu daima Devlet lehine yapacağı; kendisini önce Devlet'e ve ancak ondan sonra - ve tabii ki Devlet'ten artarsa - Millet'e karşı sorumlu hissetmesi kadar tabii birşey olamaz. Buradan ise, içtenlikli, içselleştirlmiş bir demokrasi anlayışının çıkmasını beklemek hayaldir. Zira, Demokrasi, Devlet'in Millet'e itaati ve binaenaleyh Devlet Hürriyeti'nin daraltılıp Toplum Hürriyeti'nin genişletilmesi demek olduğuna nazaran, Millet'in Devlet'e itaatini ve Toplum Hürriyeti'nin daraltılıp Devlet Hürriyeti'nin genişletilmesini siyaseten tercih eden bir dopktrin ile uyuşma içerisinde olması beklenebilir olmayacaktır.
 
***
 
 
İmdi: Devletçi, yani Devlet'i merkeze alan ve O'nu bir fetiş haline getiren bir milliyetçiliğin de yine bir milliyetçilik olduğunun reddedilemeyeceğini daha önce belirtmiş, fakat bunun modern zamanlar konseptleri muvacehesinde ikinci sınıf ve keza iflasa mahkum bir milliyetçilik olduğunu da eklemiştik.
 
İşte, MHP Tecrübesi'nin bize öğretmiş olduğu laboratuar sonucu budur: Türk Milliyetçiliği'nin gelişim sürecinde inkar edilmesi mümkün olmayan MHP-Ülkücü Milliyetçiliği, bu hizmetin yanında aynı zamanda ona zarar da vermiştir. Bir paradoks gibi görünen bu vakıanın sebebi, bu milliyetilik anlayışınn zaman içerisinde kendisini yeniletebilmek hususundaki yetersizliğidir. Aynı birşeye hem hizmet etmenin ve hem de zara vermenin paradoksal vasfının benzerleri siyaset tarihinde olduğu gibi düşünce tarihinde de mevcuttur. Mesela, Aristoteles felsefesi insanlığa hizmet ettiği gibi, zaman içerisinde kendisini aşmaya muvaffak olamadığı için zarar da vermiştir. Nitekim, bilim tarihçisi J. D. Bernall, modern bilim ve düşüncenin gelişiminin, Aristo'ya karşı verilen ve asırlarca süren büyük mücadelede adım-adım elde edilen galibiyetlerle sağlanabildiğini belirtmektedir. Bu vakıa, elbette Aristo'nun değersizleştiği anlamına gelmekte değildir; hatta tam tersine, hala çok değerli ve önemlidir. Ama artık O'nun Fizik anlayışı ile amel edilmekte değildir. Benzer şekilde, bir zamanlar Milliyetçiliğe çok mühim hizmetlerde bulunmuş bir siyasi hareketişn ve ideolojinin artık terk veya revize edilmesi gereken noktada bunun yapılmayıp müdafaa edilmesi, onu filasa götürecektir.
 
MHP Tecrübesi'nde olan budur: 18 Nisan 1999 seçimleri ile yarım yüzyıla yaklaşan İktidar hasretini gideren MHP, dar kontekstte kendisine bunu bahşeden seçmenini, geniş kontekstte de Millet'i, içinde yaşadığımız kritik zorlu tercihler döneminde, siyaseten miadı dolmuş bulunan Devlet Fetişizmi sebebiyle Devlet'ten sonra ikinci plana koyması ve Millet'i kendisine biat etmeye ve dahi taabbuda zorlayan Devlet - yani Devlet kırbacını elinde tutan Devletlular - yanında saf tutması yüzünden Siyasi Milliyetçiliğe büyük bir nakise getirmiştir. Bu iflastır; çünkü, geçmişte ne gibi bir değer taşımakta olduğu veya olabileceği gibi bir tartışmaya girmeden günümüz için konuşacak olursak, milleti ve devleti için ne denli halis niyetler taşırsa taşısın, her türlü anti-demokrat siyasi düşünce, günümüzün modern dünyasında iflasa mahkumdur.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 236,47 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim