ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir
Durmuş Hocaoğlu

2023-İkibinyirmiüç Dergisi / Sayı: 101, 15 Eylül 2009
 
 
2023 Senesinde
Türkiye Mevcut Olmayabilir
 
 
(Mülâkat)
 
 
Durmuş Hocaoğlu
 
 
 
2023-İkibinyirmiüç., ISSN 1303-0434., Sayı: 101., 15 Eylül 2009., Ankara., s.28-41
 
 
Durmuş Hocaoğlu., 2023-İkibinyirmiüç Yazıları Sıra Numarası: 5
 
 
Mülâkat
 Ragıp Vural
 
Mülâkat Tarihi: 
10 Ağustos 2009, Pazartesi
 
 
Bibliyografya Künyesi:
 
Hocaoğlu, Durmuş., "2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir" (Mülâkat)., 2023-İkibinyirmiüç., ISSN 1303-0434., Sayı: 101., 15 Eylül 2009., Ankara., s.28-41 (14 sayfa)
 
İstatistikî Bilgiler:
 
Sayfa: 14; Kelime: 9.700; Krk.: Boşluksuz: 63.500; Boşluklu: 73.050
 
2009 Türkiye Cumhuriyeti'nin Bitiş Senesidir!
 
2023- 2023 dergisinin 100ncü sayısı sebebiyle Türkiye'nin organik aydını olarak nitelendirdiğimiz isim­leriyle söyleşiler gerçekleştiriyoruz. Sizden, öncelikle içinde bulunduğu­muz durumu tanımlamanızı istiyoruz. Nasıl bir Türkiye'de yaşıyoruz?
 
D. Hocaoğlu- Çok teşekkür ede­rim. Önce şahsıma gösterdiğiniz alâ­kadan dolayı teşekkür ederim, sonra bugüne kadarki yayın çizginizde gös­terdiğiniz hassasiyetlerden dolayı te­şekkür ederim ve son olarak da, 2023 dergisinin yüzüncü sayısını doldur­muş olmasından dolayısıyla tebrikle­rimi, daha da mükemmelleşerek de­vam etmesi temennilerimle iletmek isterim.
 
2023, ismini, zannederim, Cumhuriyet'in 100. yıldönümü için ve bir as­rı devirmiş Cumhuriyet ile daha mükemmelleşmiş bir Türkiye hasreti ve tasavvurunun sâiki ile seçmiştiniz. Ama korkarım ki, Îsâ'nın takvimiyle 2023 senesinde bir Türkiye bile mev­cut olmayabilecek. Hayli bir uzun za­man önce, zihnimde, Emevî saltanatı­nın sâdece seksenaltı yıl sürmesi ile, bilemediğim bir sebepten dolayı, Tür­kiye Cumhuriyeti'nin ömrü arasında bir paralellik kurulmuştu: Tıpkı, Sezar, bir gün senatoya giderken kör bir dilencinin, O'na, "Sezar! Mart'ın 15'inden kork!" diye ihtar etmesi gibi, içimden bir ses de bana sık-sık "Dur­muş! 2009'dan kork!" diye ihtar edegelmiştir, senelerden beri. Vâkıa, o va­kitlerde hâfızamda kalan bu sayıda üç yıllık bir hata yaptığımı çok geçmeden öğrendim, ama, içimdeki sesin tarihi değişmedi: 2009! 28 Şubat'tan sonra, hatırlarsınız, muhtıracı generallerden biri, çok kaba bir şekilde kendi milletine meydan okuyarak, "Bin yıl da sürse bu savaşı devam ettireceğiz" de­mişti; o sıralarda çıktığım bir televiz­yon programında konu 28 Şubat me­selesine gelince ben bunu hatırlatarak "Acaba o general bin yılın ne demek olduğunu biliyor mu, bin yıl devam edebilmiş kaç imparatorluk var, acaba biliyor mu; bu soruya cevap verirken, Osmanlı'nın altıyüz yıldan biraz fazla ömrü oldu­ğunu unutmamalıdır; benim sorum daha başka: Acaba Türkiye'nin önün­de otuz yılı var mı diye hiç düşündü mü?" demiştim. İşte benim endişem bu; bunun bir saplantı olduğunu dü­şünebilirsiniz, belki de öyledir ve hiç olmayacak bir kuruntudur, inşallah, ama zihnimin hep bir yerinde, "Türki­ye Cumhuriyeti de seksen altıncı sene­sinde bitecek mi" korkusu hep tutun­du ve hiç üzerimden atamadım bugüne kadar. Bu, aşırı derecede rahatsız edici, aşırı derecede tedirginlik verici bir beklenti. Tabiî, "beklenti" kelime­si hep olumlu mânâda kullanılıyor, fa­kat olumsuz anlamda da bir kullanı­mı vardır. İşte, şimdi, zannediyorum korktuğum başıma geliyor; bu sene, Türkiye Cumhuriyeti'nin bana göre bitiş senesidir. Tabiatiyle, "gelecek"in, "hâzır" değil "gaaib", karanlıklara gömülü olduğunu, gaybın anahtarları­nın da münhasıran Allah'ın katında bulunduğunu ve dahi, tarihin kaotik vâsfını hatırlarsak, akşamdan sabaha çok şeyin değişebileceği fikrinden ha­reketle, gelecek hakkında profetik ko­nuşmaların anlamsızlığı sonucuna va­rıp rahatlayabiliriz. Ama ben bunu ya­pamıyorum; evet, tarih kaotiktir ve "kelebek etkisi" de bize hiç akla gel­meyecek şeylerin ânîden zuhur ede­bileceğini söylüyor, ama bu kadar te­selli bana pek anlamlı gelmiyor. En­dişelerimi artıran en mühim sebepler olarak, Avrupa Birliği üyelik sürecini, sonra 28 Şubat ile birlikte, bu devletin taşıyıcı yükü, omurgası olan muhafa­zakâr kesimde sinsice yayılan kozmopolitanizmin yıkıcı, ölümcül etkileri­ni, ilâveten, etnik ayaklanmanın bastırılamayıp teslim olma safhasına varıl­mış olunmasını ve son olarak da, Tür­kiye'yi tasfiye etme politikaları takip eden bir hükûmetin yedi yıldır iktidar­da bulunmasını görüyorum. Bu hükümetin daha henüz yeni kurulmuş ol­duğu sıralarda, bu kadronun bir anlamda, "Türkiye'yi tas­fiye etme hükûmeti" olacağı meâlinde bir yazı yazmıştım; bu kanaatimi, bugün de mu­hâfaza ediyorum. Niçin de­necek olursa, bu sorunun cevabının, bu kadronun uzan­tısı olduğu İslâmcı akımının geçirmiş olduğu istihâle sü­recinde aranması gerektiğini söyleyebilirim.
 
"Haldun'u Anlamayan İslâmcılık Sukût-u Hayâle Uğradı!"
 
2023- Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz? Na­sıl bir dönüşümdür yaşa­nanlar?
 
D. Hocaoğlu- İmdi, bun­dan epeyce bir vakit önce bir yazımda da dilim döndüğünce anlatmağa çalıştığımı bu­rada muhtasaran ifâde ede­cek olursam: İslâmcılık; İs­lâm dünyasının içine düşmüş bulunduğu derin krizi açıkça ve gizlenemez bir tarzda ilik­lerine kadar hissetmeye başladığı XIX. asır Osmanlısı'nda orta­ya çıkan, zamanla değişik mecrâlar­dan akarak Cumhuriyet'e de intikal eden, fakat 1960'tan îtibâren kökle­riyle bağlarını kopararak başka renk­lere bürünmeye başlayan, kültürel ve siyâsî bir akımdır. İslâmcılık'ın tarih sahnesine çıkışı, normal ve tabiî de­ğil, gayritabiî ve ârızî şartların bir zor­laması olmuştur. Kısaca ifâde edilir­se, İslâm'ı sâdece bir inanç ve ibâdet­ler kompleksi olarak algılamanın öte­sinde, daha yüksek bir seviyeye yük­seltmeyi hedef edinen İslâmcılık; ori­jin îtibâriyle aktif değil reaktif, tepki­sel, modernite karşıtı ve fakat ve bu­nun yanında, birçoklarının iddia etti­ğinin aksine, modernite karşıtı olan akımların çoğunluğu gibi modern bir harekettir. İslâmcılık, bir karşı-harekettir; gerek bir din, gerekse bir kül­tür ve medeniyet olarak İslâm'ın ve aynı zamanda geçen asırda İslâm de­nince O'nunla neredeyse özdeşleşmiş bulunan Osmanlı'nın git-gide tedâvi­si zorlaşan, kronikleşme eğilimine gir­miş bulunan kan kaybına karşı bir çâ­re, bir kurtarıcı olarak çıkmıştır. Ve yine bir karşı-harekettir; genel anlam­da "Modernite"ye karşı bir harekettir. Yine çok kestirmeden gidecek olur­sak, diyebiliriz ki, İslâmcılık'ın gâye­si, hem güç kaybını önleyerek yeni bir siyasî yükselişe geçmek ve hem de İslâmî bir dünya te'sîs etmek idi. Bu iti­barla Batı karşıtı olduğu kadar, tabiatıyla Batılılaşma karşıtı idi de. Lâkin, mâzîyi aynen, bire-bir ihyâya veya ge­ri çağırmaya değil, kendi kökleri üze­rinde kendi geleceğini yeniden ve yeni baştan inşâa, yâni "kökü mâzîde olan âtî olmaya" yöneliyordu ve bunun için de modernitenin dilini, düşüncesini ve metodlarını kullanmaya gayret ediyor­du. Aynı zaman diliminde aynı yatak­ta akan farklı bir akım olan, Batı güm­rüğünden gelen herşeyin sorgusuz-suâlsiz baştâcı edilmesini temel prensip ittihaz edinen Batıcılık'ın aksine, seçmeci ve süzmeci davranarak… Yine İslâmcılık modern bir hareketti; zîra, bir güç talebinde bulunuyor, aslî he­define vasıl olabilmek için siyasîleşiyordu; daha doğrusu bütün ekümenik dinler gibi İslâm dininin de ayrılmazı olan "devlet" hedefini modern bir formatta ele alıyordu.
 
İslâmcılık, bunun yanında, bilhas­sa Osmanlı merkezli bir "İttihâd-ı İs­lâm" idealine de yönelmişti. Zîra teorisyenleri, gerek Osmanlı'nın ve ge­rekse de topyekûn İslâm dünyasının çözülmesinin en önemli sebeplerinden birisi olarak, Müslümanların araların­da birlik bulunmayışının olduğunu düşünüyorlardı ki, bu, tıpkı Türkler'in Avrupa'da ilerleyişini, Doğu (Orto­doks) ve Batı (Katolik) Kiliseleri ve Avrupa millet ve devletleri arasındaki derin ihtilâflar yüzünden bir Hristiyan Birliği'nin gerçekleşememesine bağla­yan açıklama modelini andırıyordu. Ve bir de İslâmcılık, bir yan­dan en geniş mânâda bütün Müslümanları, daha dar kontekstte ise Osmanlı Müslümanlarını bir tek mil­let telâkkî etmekle de, bir tür "milliyetçilik" öngörüyordu. Fakat tarihî gelişmeler baş­ka mecrada ilerlemeye başla­mıştı. İşte İslâmcılık, bu ahvâl ve şerâit tahtında, bütün bu gelişmelere karşı bir kur­tuluş reçetesi olarak ve bas­kın bir biçimde radikal bir "Batı-karşıtı" karakterle or­taya çıktı ve küçümsenmeye­cek sonuçlar da aldı. Ancak, ne var ki, gelişmeler, Hal­dûn'un, millî asabiyenin dinî asabiyeye göre öncelikli ol­duğunu ihtar eden tezini gör­mezlikten gelen İslâmcıların sukût-u hayâli ile noktalan­dığını ve "İttihâd-ı İslâm"ın sâdece bir fantezi olduğunu gösterdi. Bu konuda Said El Husrî ile Ziya Gökalp arasındaki tartışmalar bile baş­lı başına bir ders niteliğinde­dir. Netîcede, İslâmcılar, İm­paratorluğun, yaşlı bir arslanın etrafını saran çakallar ve sırtlanlar sürüsü tarafından dişlenerek yere yıkılması gi­bi, Müslüman tebaasının da dâhil olduğu tebaa milliyet­çiliklerinin isyânlarının da olağanüstü katkısıyla tarihe gömülmesi karşısında "İttihâd-ı Anâsır" gibi "İttihâd-ı İslâm"ın da çöküşüne şâhit olunca, İstiklâl Harbi'nde - öyle bir terim kullanmadan da olsa - sıkı bir milliyetçi tavır vaz' ettiler. Böylece, Cumhuriyet ile birlikte, İslâmcılık'ta yeni bir dönem de başlamış oldu.
 
"Kozmopolitan Müslümanlık"tan "Vatansız Müslüman"a
 
Bidâyetinde son derece vakur, hatalarında bile bir değer taşıyan, İstiklâl Har­bi süresince fevkalâde bir vatanseverlik sergileyen İs­lâmcılık, zamanla, rejimle çatışmaya girmiştir ki, buna sebebiyet veren, bir İslâm devleti olarak doğan Cumhuriyet'in, milleti ile olan mukavelesini feshetmesidir. Ancak, İslâmcılık, iler­leyen süreçte laikliğe karşı olan muhalefetini bir husûmete dö­nüştürerek uzun müddet devletin ele geçirilmesi fikrini taşımış, bu da yine zamanla, devletin hükmî şahsiyetine bir husûmet hâlini almış, beri yandan, milliyetçilik akımlarının da profanlaşması sonucunda oluşan boşluğun da olumsuz katkısıyla millî duruş sür'atle erozyona mâruz kalmış ve bu erozyon ise İslâmcılık'ın İslâmcı etnikçiliklerin konsantrasyon merkezi olması sonu­cunu hâsıl etmiş ve zamanla bu da İs­lâmcılığın bir etnikçilik çöplüğüne dö­nüşmesine de yolaçmıştır. En nihâyet, 28 Şubat'ın yaratmış olduğu travma, İslâmcılarda, devletin ele geçirilmesi­nin imkânsızlığı şeklinde bir ümit kı­rıklığını yerleştirmiş, buna ilâveten, 28 Şubat'ın mütedeyyin insanlarda yaratmış olduğu "itme" duygusunun da beslemesi ile bu kesimde kozmopolitanlaşma hızla boyatmıştır: "Dev­let" ve "vatan" gibi kavramların aşın­masına ve son limitinde radikal bir şe­kilde reddine varan işbu "Kozmopoli­tan Müslümanlık", bir "vatansız Müs­lüman" tipini de yaratmıştır:
 
"İslâm'ın iktidar, devlet ve vatan talebi ve emri olmadığı gibi, Müslü­man'ın da devlete ve vatana ihtiyacı yoktur. İslâm, bütünüyle şahsî ve fer­dî hayata ve cemaat düzeyine indirge­nebilir; o hâlde, şahsî ve ferdî hayâtında hürriyetini ve inancını yaşaması­na ve bir tür 'komün' veya 'getto' gi­bi telâkkî edilen cemaat tarzı örgüt­lenmelerine müsâmaha gösteren her ülke, hiçbir fark gözetmeksizin onun vatanı, her devlet de hiçbir fark gözet­meksizin onun devleti olabilir" şeklin­de hulâsa edilebilecek olan işbu yeni ve yozlaşmış Müslümanlık, bu saikledir ki, vaktiyle, vakur bir şekilde kar­şısına dikildiği Batı ile "uyum" sağla­mağa çalışmakta ve bu cümleden ol­mak üzere, "Avrupa Birliği İşbirlikçiliği" yapmakta herhangi bir beis gör­mez olmuştur.
 
2023- Kozmopalitanizm kavramını biraz açmanız mümkün olur mu? Ne­yi kastediyorsunuz bu kavramla?
 
D. Hocaoğlu- Lûgat anlamı "yer­yüzü vatandaşlığı" demek olan ve ka­dîm kökleri çok eskilere, milâd önce­si üçüncü binyıla kadar uzanan, Yu­nan Stoası'nda felsefî bir nitelik kaza­nan ve bilhassa devletin, vatandaşla­rını dinî inançları dolayısıyla dışladı­ğı hâllerde ortaya çıkan Kozmopalita­nizm, en trajik örneklerinden olmak üzere, Roma İmparatorluğu'nun bek­lenmedik bir şekilde suratının üstüne yere çakılmasında oynadığı rol ile gös­termiştir ki, son derece yıkıcı tesirler yaratır. Çünki, "belirli bir vatan" fikrini reddeder; anarşist Emma Goldman'ın ifâdesiyle, "va­tanseverliği hürriyete yö­neltilmiş bir tehdit" olarak görür ve ekstrem hâllerde, düşman evinin eşiğinden içeri girmeğe teşebbüs et­mediği takdirde ona direnç göstermez. Bu, Roma'da böyle olmuştu: Asırlarca Hıristiyan vatandaşlarına sırf Hıristiyan oldukları için zulmeden Roma - sonradan her ne kadar bu dini resmî din hâline getirmiş olsa da - ile vatandaşlarıyla arasın­daki kalbî bağ kopmuş idi. Öyle ki, 410 yılında Gotlar Roma'ya girdiklerinde so­kaklardan dereler gibi kan akıttılar ama Hıristiyanlara dokunmadılar, çünki, Imperium Romana'nın çift başlı kartalı kendileri için bir değer ve anlam ifâde et­mezleşen Hıristiyan Ro­malılar, Gotlara, kendileri­ne dokunmadıkları süre­ce onlara karşı mukavemet etmeyeceklerini bildirmiş­lerdi. Ne yazık ki, benim ülkemde bu kavramın adı­nı bile doğru düzgün bile­ne - hem de akademisyen­ler arasında - pek rastladığı­mı söyleyemem ki, bu da Türkiye'deki akademisyenlerin ve entellektüellerin seviyesinin nasıl sefalet düzeyin­de olduğunu gösteriyor. Bendeniz nâçizâne birşeyler yazdım, umuma hitap eden, akademik formatsız birşeyler; ama hiçbir yerde mâkes bulamadı yazdıklarım. Yazılarımın özeti şu idi: Bu ülkenin omurgası, asıl taşıyıcı elema­nı olan bu insanları kozmopolitanlaştırırsanız, yarın bunun bedelini ödeye­mezsiniz; çünki kozmopolitanların in­tikamı korkunç olur. Zira, anamız va­tan, evlatlarından kan bedeli isteğinde vermeğe yanaşmazlar, babamız devlet çatırdamağa başladığında, "zâten be­nim devletim değildi ki" derler.
 
Nitekim, işte şimdi bu gelenekten gelen bu ekip Türkiye'yi tasfiye edi­yor. Öyle bir şekilde tasfiye ediyor ki, Türk halkı gözlerinin önünde oy­nanan trajediyi anlayamıyor. Türki­ye'nin durumu bu...
 
Türkiye'nin Coğrafyası Gayritabiîdir
 
2023- Yazılarınızda, konferansları­nızda, mülâkatlarınızda "Türkiye bir bıçak sırtında duruyor" diyorsunuz.
 
D. Hocaoğlu- Evet ve yaşanacak­ları da "ya İkinci Ergenekon ya İkinci Endülüs. Bunun orta yolu yok" diye­rek özetliyorum.
 
Ne yazık ki, bu gidiş Ergenekon gi­dişi değil, Endülüs gidişi.
 
Bu arada iki hususu da eklemek isterim. Birincisi, Türkiye'nin şu an­ki coğrafyasının gayritabiî oluşudur. Bu coğrafya, O'nun normal, tabiî coğ­rafyası değildir: O'nun daha büyük bir coğrafyası olması lâzımdı. Edir­ne ile Ardahan arasına sıkışmış bir Türkiye demek, diken üstünde otur­mak demektir. Ne var ki, dünyanın kazığının yerinden söküldüğü Birin­ci Harp'ten sonra ancak bu kadarı­nı kurtarabildik, daha fazlası muhâl­di. İttihatçı çetenin yangına çevirdiği İmparatorluk'tan, "Galib kıl Yâ Rab! Bu son ordusudur İslâm'ın" diye ciğe­ri yanarak feryad eden Şair'in dile ge­tirdiği gibi, elde kalan son kırıntılarla bundan daha fazlası da kurtarılamazdı zâten. Ama bu gerçek, Türkiye'nin şu anki coğrafyasının gayritabiî oluşu gerçeğini de değiştiremez. İşte trajedi burada ki, bu gayritabiî coğrafyada da kapana sıkışmış bulunuyoruz; boğul­mağa başladık. İkinci hususa gelin­ce: O yangından bu Türkiye'yi kurta­ran insanların son birkaç yüzyılımızın en mühim insanları olduğunun vurgu ile belirtilmesini kaçınılmaz bir ahlâ­kî vazîfe olarak telâkkî ediyorum. Bu­nu söylerken, hiçbir zaman Atatürkçü de Kemalist de olmadığımı, hep mesa­feli kaldığımı hatırlatarak, Gazi Mus­tafa Kemal'in son birkaç yüzyıldaki en büyük Türk olduğundan hiç şüphe etmediğimin bilinmesinde fayda görü­yorum. Paşamız gerçekten de sıra-üstü bir kişi idi; tek kusuru kabiliyetinin ve dehasının sınırlarını bilememesi ol­muştur. Askerliği hakkında fazla abar­tılı şeyler söyleniyor; katılmıyorum, O'nun bir Napolyon, bir Sezar, bir Fâ­tih ya da bir Cengiz olmadığını biliyo­ruz; O'nun asıl kabiliyeti teşkilatçılık­tadır, irade adamı olmasındadır ve gücünün sınırlarını, nereye kadar gidebi­leceğini, nerede durması gerektiğini bilmesindedir. Meselâ, "İzmir'in fethi"ni ele alalım; - dikkat edilsin lûtfen, bu bir "kurtuluş" değil, bir "fetih"tir, bir "yeniden fetih"tir, yâni "istirdad", di­ğer adıyla "reconquista" - Paşa İzmir'i fethettikten sonra İstanbul'a silâh zo­ruyla yürümedi; aksi takdirde, İngiliz­lerle çatışmak zorunda kalırdı ki bu, kazanılanların kaybedilmesi demek olurdu; onun için yüreğine taş bastı, müzakere yolunu tercih etti. Musul'u kerhen gözden çıkartışının sebebi de aynıdır: İngilizlerle çatışamazdık; bu da doğrudur. Ama bilâhare ortam mü­sait olup da gücünün sınırları dâhi­linde olduğunu görünce, bu defa âhir ömründe Hatay'ın üstüne yürüdü ve fethetti, daha doğrusu, fethin şartlarını hazırladı. Bunlar hârikulâde şeyler. Fakat Gazi Paşa 1923'ten sonra deha­sının sınırlarını her yere yaymaya baş­ladı; bir asker ve bir teşkilâtçı olarak sınırlarını bilen Paşa, burada sınırla­rını bilemedi, kendisini filozof olarak addetti ve asıl majör hatalarını o za­man yaptı.
 
İmdi, 1821 ila 1921 arasındaki de­vire, biliyorsunuz, hayli sonra "felâ­ketler yüzyılı" adı verilmiştir; sebebi basittir: 1821 Mora isyânıdır ve İm­paratorluğun gerilemeden çöküşe gi­rişinin iptidâsını oluşturur, 1921 ise Sakarya Muharebesi'dir ve bu da çö­küşün nihâyetidir. Bu süre zarfında Türkiye - yanlış hâtırlamıyorsam - gir­miş olduğu yirmi üç muharebenin yir­misini kaybetti, sâdece üçünü kazan­dı ki bu üçü de kapital harpler değil­di. Bu noktada lûtfen dikkat edelim: Çok uzun bir mağlubiyetler zincirin­den sonra, herşeyi bitmiş, orduları ter­his edilmiş, anayurdu işgale uğramış bir millete kendisinin hâlâ güçlü ol­duğunu hissettiren, herşeyin külliyen bittiğinin düşünüldüğü bu şartlar altın­da, bir millete "bu can bu tende kal­dıkça hiçbirşey bitmiş değildir" diyip, önüne düşerek yeni bir harbe seve se­ve götüren bir adam ortaya çıkıyor ve bu adam taahhüd ettiği sonucu alıyor. Hem de üç yıl gibi kısa bir müddette ve hem de parlamenter sistemle, Mec­lis ile yâni; "devrim komiteleri" ile de­ğil! İşte bu adam, Gazi Mustafa Ke­mal Paşa, ister sevilsin, ister nefret edilsin, ama dürüstçe ifâde edilmelidir ki, Hegel'in ve Carlyle'ın tasvir ettikle­ri "kahraman" tipine bire-bir uyar: Sâ­fî irâde, kararlılık, aldığı karara kilitle­nip geri dönmeme, Hegel'in o muhte­şem tâbiriyle, "bugünün içinden gele­ceğe açılan kapıları görme". Mustafa Kemal Paşa budur; ama, asıl kabiliye­tinin hâricindeki sâhaya girince, maa­lesef, bugünün içinden geleceğe açılan kapıları göremedi, görme­si mümkün de değildi… Çünkü Kant'ı oku­muş olsaydı ya da yakın çevresinde Kant'ı bilen ve dü­şündüğünü açıkça söyleyebilme ah­lâk ve cesâretine mâlik birisi olsaydı da O'na söyleseydi ve O da sükûnet­le dinleseydi, filozofların hükümdar­lığa ve hükümdarların da filozofluğa özenmesinin aynı derecede yanlış olduğunu görür, bir "hükümdar" olarak filozofluğu başkasına devrederdi. Ni­tekim, yapılan inkılâpların, Türkiye'yi beklenilen yere taşımaması da bunun belgesidir. İnkılâplar elbette tam bir hâlis niyetle yapılmıştır, kusursuz bir iyi niyet vardır arkalarında, ama yal­nız başına iyi niyet yetmiyor; nitekim Enver de iyi niyetliydi, samimî idi, fe­dâkâr idi, ama bu, O'nun İmparator­luğu darmadağın etmesine mâni ol­mamıştır. Burada da benzer bir hâdise vuku bulmuştur: Cumhuriyet'in kuru­cu kadrosu, kazanılmış olan savaşın bir tür uzantısı olarak din ile arasına koyduğu mesafeyi gitgide büyüte-büyüte, toplumla bir tür savaşa dönüş­türünce, gelişmeler cemiyetimizin ku­rucu mukâvelesinin feshine kadar var­dı. Gerçi Türk laikliği, Fransız modelli olmakla berâber, büyük ölçüde, bi­ze mahsus, sui generis bir karakteri de yok değildir. Yine tam da bu nok­tada, Mustafa Kemal Paşa'nın birçok bakımdan hâlâ bir muammâ olduğu­nu, hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş ve benim de tam olarak anlayabilmiş ol­madığımı söylemeliyim. Birçokları­nın, O'na, ya anlamadan taptığını ya da anlamadan nefret ettiğini, birçoklarının da hiçbirisi umurunda olmadan, O'nu, kendi emelleri için, iyi kullanıla­cak bir enstrüman olarak telâkkî ettiklerinden şüphe etmiyorum. Bu konu­da Türk laikliği mümtaz bir örnektir. Paşa, 1937'de vaz' ettiği laikliği çok daha erken dönemde, en radikal inkı­lâpların yapıldğı 1925-30 arasında pekâlâ vaz' edebilirdi., Niçin? Muhtemelen, din-devlet ayrımını bu dere­ce radikalleştirmek istemediğini ve bu konuda dışarıdan üzerinde gelen mu­azzam tazyiklerin sonucunda bu kara­ra vardığını düşünüyorum; nitekim, dikkat çekmekte fayda görüyorum: Laiklik prensibine rağmen, lağvettiği söylenen Hilâfet müessesesini aslında lağvetmediğini, hattâ Meclis'in şah­sında mündemiç kılmakla, hakikî bir şahsiyetten hükmî bir şahsiyete devre­derek gerçekte terfî ettirdiğini de pek az kişi biliyor.
 
"Kozmopolitan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti'ni Tasfiye Etmektedirler"
 
Ancak, bütün bunlar yine de Cumhuriyet'in kuruluş mukâvelesinin fes­hedilmiş olmasını değiştirmez. Bu ve bunun akabinde, yukarıda hulâsa etmeğe çalıştığım gelişmeler tırmana-tırmana kozmopolitan bir Müslü­manlığın zeminini hazırlamış ve niha­yet 28 Şubat'ta, yara kangrene dönüş­müştür. İşte, şimdi bu kozmopolitan Müslümanlar Türkiye Cumhuriyeti'ni tasfiye etmektedirler veya en azından tasfiye edilmesinden rahatsızlık duy­mamaktadırlar.
 
Ben şahsen, Cumhuriyet'in kuru­luş mukâvelesinin feshedilmiş olması­nı asla içime sindirmedim, asla da sindiremem, ama buna rağmen, Türki­ye Cumhuriyeti'nin hürriyet, istiklâl, kendine yeterlilik ve egemenliğinin korunmasında granit veya bazalt bir kaya kadar katı ve tavizsizim; Avrupa Birliği üyeliğinin de radikal bir şekilde – "onurumuz ile girmek" gibi masalla­ra kulak asmadan - ve en şedîdâne kar­şısında oluşum da bundandır. Çünkü, cevher arazlara takaddüm edeceğin­den, bir devletimizin varolması, o dev­letin mâhiyetinden önce gelir, yoksa, aksi takdirde, üzerinde konuşulacak birşey kalmaz ve Wittgenstein'ın dedi­ği gibi, üzerinde konuşulamayan hak­kında da susmak gerektir.
 
Şimdi hep berâber bekleyelim ba­kalım; nasıl olsa pek birşey kalmadı: 2009 öngörüm nasıl çıkacak!
 
Tabiî bu arada, şu iki hususu da eklemeyecek olursam, buraya kadar söylediklerimin hepsi buharlaşır, anlamsızlaşır:
 
1- Çok kuvvetle muhtemelen, Cumhuriyet'in tasfiyesi hissedilme­yecektir başlangıçta; Türkler hâlâ bir devletleri olduğunu düşünecek ve bu­günlerde çok sıklıkla propaganda edil­diği gibi, "daha güçlü bir Türkiye" ya­ratıldığını sanacaklardır; tâ ki iş işten geçinceye kadar!
 
2- Tasfiye, ilk önce ve esas olarak, Türkiye'nin   tapusunun Türklerden alınıp O'na ortak yaratmakla başlaya­cak ve süreç bu çizgi üzerinde ilerle­yecektir. Yâni, Türkler'in kısmen da­hi olsa devredilemez, paylaşılamaz, fe­râgat ve fedâkârlıkta bulunulamaz ve mutlak sûrette tekellerinde tutmaları gereken hükümranlık haklarını Kürt­ler ile paylaşmaya rızâ göstererek ül­kelerinin iki "halk"tan – "siyâsî halk", diğer adıyla "millî (ulusal) topluluk" - oluşan bir ülke olduğunu - şimdilik "iki halk" tabiî ve yine şimdilik tam da açıkça böyle değil yine tabiî - tes­cil ettiklerinde, bu, Türkiye Cumhu­riyeti'nin sonu demek olacaktır. Ta­biî, aynı zamanda, Türklerin milletin olma vasfını kaybedişlerinin de baş­langıcı
 
"Lümpen Modernleşme"den "Lümpen Batılılaşma"ya
 
2023- Söylediğiniz şeylerin her bi­rinin detaylandırılması icap ediyor. En vurucu olarak söylediğiniz Tür­kiye'nin tasfiyesi meselesini ilerleyen sorularda açmak kaydıyla şimdilik bir kenara bırakarak, Türk modern­leşmesine geçmek istiyorum. Yaşa­dığımız sorunların belki de temelinde bu yatıyor. Türk modernleşme­si nedir?
 
D. Hocaoğlu- Çok konuşulan, üze­rinde çok nefes ve mürekkep tüketilen bir konu bu… Biliyorsunuz ve müna­kaşalar da hemen ekseriyetle, Türk modernleşmesinin başarısı üzerinde yoğunlaşıyor. Benim bu fikre katego­rik olarak itirazım var: Türk modern­leşmesi diye bir şey haddi zâtında hiç olmadı. Bu sebebe binâen Türk mo­dernleşmesi üzerine konuşmak, olma­yan birşey üzerine konuşmaktır. Biz­deki modernleşme, bir "modernleşme kopyası"dır, bir "sanki-modernleşme"dir, daha açıkçası, bir "lümpen modernleşme"dir. Benim ülkemde, mo­dernleşmeden bahseden insanların ezici çoğunluğunun modernleşme teorilerinden ve modernitenin ne oldu­ğundan habersiz olduğunu görmekte­yim, maalesef. Moderniteden bahse­den bir insanın Batı Ortaçağı'nı, Rö­nesans'ı, Rönesans'tan çıkışı, 1600 ilâ 1625 arasındaki - sonradan verilen ad ile - "İsimsiz Çağ"ı (Non-named Age), büyük beyinlerin gelişini, bilgi­nin kudrete tahvili – "Scientia Potesta Est"- ve bu vâsıta ile tabiata hükmet­me fikrini yaratan Francis Bacon'ı ve René Descartes'ı, bu arada modernite­nin nasıl temellendirildiğini Bacon ve Descartes'in felsefelerinin de­rinliklerine kadar kendi metinlerine inerek okumaları - ama modern bir nazar­la okumaları - gerekir. Sonra Aydın­lanma ve Siyasî Devrimler çağı var, Endüstri Devrimi var; bunlara vâkıf olmadan insanların laiklik ve modern­leşme üzerine nasıl konuşabildiklerini hayretle karşılıyorum. Bu meselenin köklerine kadar inip kavrayan Müm­taz Turhan'ın, Sabri Faik Ülgener'in sesini kim işitti? Bu, "modernleşme" değil, "Batılılaşma"; modernleşme­si lümpen olunca, tabiî, Batılılaşma­sı da lümpen oluyor: "Lümpen Batı­lılaşma". Nasıl bir modernleşmedir ki bu, 250 senedir - bu kadar tarihi var, çünkü, kökleri Lâle Devri'ne kadar gi­der - hâlâ sınâîleşemedik ve hâlâ teknoloji ürete­miyoruz; üretemiyoruz, çünkü düşün­medik. İmdi, zihinde olmayan fiilde yoktur; tıpkı Gazzâlî'nin, "imkânda olmayan oluşta olmaz" prensibi gibi, zihinde olmayan da fiilde olmaz. İmdi bunları anlamayan insanlar "piyasa"da, "ben aydınım" diye konuşuyorlar ve böylece de, "aydın" kelimesini de "kelime kirlenmesi"ne mâruz bırakı­yorlar. "Aydın", onun için kirli bir ke­limedir, ben, şahsen, bu sebeple, daha az kirlenmiş ve Ülgener'in de belirttiği gibi, daha felsefî olan "entellektüel"i tercih ediyorum.
 
İmdi, Türk modernleşmesi deyin­ce üç şey anlaşılır: Bir; Batı'nın hayat tarzının sathî bir kopyası; buna şimdi­lerde bir de ad takıldı, tam bir sokak ağzı terimine dönüşerek kirlenmiş bir terim: "Yaşam kalitesi". Bunun kadar tüylerimi diken diken eden terim pek azdır; çünkü, sığ. Batı'nın hayat tarzı­nın sathî kopyası da iki unsuru öngö­rür: "Kültürün Sert Unsurları"nın değiştirilmesi - tabiatiyle, gerekirse ceb­ren -. Charles Bartlett'ın bu terimi iki kısımdan oluşur: Saç-sakal, yâni kua­för ve kılık-kıyafet, yâni gardrop. Bun­ları hallettiniz mi, işin önemli bir kıs­mı bitiyor, modern olmanın önünde­ki en büyük engellerden birisi aşılmış oluyor. Hâlbuki Margaret Mead'ın de­diği gibi, bir yamyam okuma yazma öğrendiği zaman sâdece okuma yazma bilen bir yamyam olur, başka bir şey değil. Evet, birincisi gündelik hayat tarzıdır dediydik, ikincisi de "üst-yapı kurumları"; yâni, hukuk sistemi, din-devlet ilişkileri vb. Mütemmim cüz, estetiktir, mîmâridir vs. Türk müzi­ğini terkedip Boğaz'daki gemilere ko­ca koca hoparlörler yerleştirilerek ve meselâ Ravel'in Bolero'sunu sırf "ku­laklar alışsın" diye çalınırsa mesele­nin halli istikâmetinde önemli bir me­safe kat' edilmiş olunacak!. Ve bugün gelinen nokta nedir? Türkiye bugün 200-250 yıllık Batılılaşma ya da lüm­pen modernleşme macerasının sonun­da kendi bulunduğu coğrafyadaki po­litikada müessir olamayan, hattâ ken­di içinde kendi politikasını bile kendi­si belirleyemeyen, Batı dünyasının va­sıfsız bir 'sözde' partneri olmuştur ve bu sürecin yukarıda bahsettiğimiz şe­kilde noktalanması da teknik mânâda bir devlet vasfının kaybedilmesi de­mek olacaktır.
 
Teknik mânâda sahici bir devletin evsafı, yukarıda "millet"ten bahseder­ken söylediğimiz gibi, şunlardır - Aris­toteles ve Jean Boudin'i birleştirerek söylüyorum -: Hürriyet, istiklâl, ken­dine yeterlilik ve egemenlik, - daha sa­hih terimi ile hükümranlık. En önem­lisi de hükümranlıktır; o yoksa diğer­leri zâten yoktur. Hükümranlık, Léon Duguit'nin isabetli tanımında belirtil­diği veçhiyle, "irâde"dir; bir siyasî top­lumun, başka hiçbir toplumla asla ve kat'a, kendi iradesiyle, kısmen ve ta­mamen de olsa, bölüşmesi, paylaşma­sı, vazgeçmesi, devir ve temlik etme­si, ferâgat ve fedakârlıkta bulunma­sı söz konusu olmayan var oluş irâ­desi. Eğer bir toplum kendi hüküm­ranlığını, kendi içinde - bugünkü hü­kümetin "Kürt Açılımı"nda yapmaya çalıştığı gibi - yerel feodalliklerle, ken­di dışında da - AB gibi - "daha üst bir irâde" ile paylaşmaya, devretmeye ve ilââhir... rıza gösteriyorsa bu toplum "millet" olma statüsünden düşer. İşte Türkler tam da bu kritik çizginin üs­tünde durmaktadırlar. Mükerreren: Böyle bir millet, artık sâhici bir "mil­let" ve böyle bir devlet de artık sâhici bir devlet değildir.
 
Modernleşmemizin geldiği nokta, işte budur.
 
Türk Milleti "Hâleti Nez"e mi Düştü?
 
2023- Aslında çok umut kırıcı ama belki de eğmeden bükmeden gerçe­ğin tâ kendisini söylüyorsunuz. Tür­kiye ne yaptı da buraya geldi aşağı yu­karı biliniyor, ama ne yapılarak bura­dan çıkılacağına dair dört başı mamur söylenen bir şeyler pek de yok. Siz ne söylüyorsunuz?
 
D. Hocaoğlu- Aziz Ragıp bey, sev­gili dostum. İlkin, yukarıdakileri anla­tan birisinin, esasen, Türkiye'nin ne yapıp da buraya geldiğini pek de öyle herkesin "aşağı yukarı" bildiğine ka­tılmayacağını kabul ederseniz sanı­rım. İkincisine gelince: Doğrusu Hal­dûn'u okumayan bir kişinin - ki İslam dünyasının hâlâ "yaşayan", küresel çaptaki son büyük beynidir, ama hâlâ tam olarak anlaşılmış da değildir - bu sorulara sıhhatli bir şekilde cevap ver­mesinin mümkün olmadığını düşünü­yorum. Haldûn'u okuduğunuzda şu­nu görüyorsunuz: Bir cemiyet çözül­me sürecine girmişse onu artık kimse kurtaramaz; burada asıl mesele, Türk­lerin böyle bir çözülme sürecine girip girmediklerinin sarahatle tesbit edil­mesidir. Bir müddetten beri zihnimde bir şarkının tek bir mısrâı var: "Hâle­ti nez'e düştüm gel yetiş imdâdıma". 'Hâleti nez', insanın ölüme yüzünün döndüğü ve artık dünya ile bağını ko­pardığı noktadır; vâkıa hâlâ fizikî var­lığı devam etmektedir, kalbi hâlâ atıyordur, ama yüz dönmüştür, sesleri algılayamaz veya yanlış algılar, gözleri görmez veya yanlış görür: Atatürk'ün ölümünden önceki, saat 9'u beş geçe­den birkaç dakika kadar önceki hâldir bu; ateşini ölçmek için ağzına termo­metreyi koyacaktır doktor, "Atam ağ­zınızı açar mısınız lûtfen, dilinizi çı­kartır mısınız" diyor, ama Atatürk tam tersini yapıyor, dilini içeri çeki­yor. Doktor ürperiyor. Ve âniden Paşa başını sağ tarafa çeviriyor ve şöyle di­yor: "Vealeykümesselâm". İşte bu son sözüdür. "Hâleti nez"deydi O… Bu hâlde insanlar bir nevi katalepsi for­muna girerler, yâni belki vücutlarını bıçakla kesseniz acı bile duymayabilir­ler. Türkler şu anda bir nevi bu hâlde bulunuyor; etraflarında olup-bitenleri idrâk edemiyorlar, gözlerinin önün­de oynanan pandomimi anlayamıyorlar; hükümranlıkları ellerinden alını­yor, ama onlar bunun farkında değil­ler. Bin yıldır efendi olduğu toprak­larda düşüyorlar, "sukut" hâlindeler, ama birşey hissetmiyorlar, bu toprak­larda bir düşenin bir daha kalkamaya­cağından haberleri yok, anlatmak iste­yeni dinlemiyorlar.
 
Türkiye'nin Kahraman'a İhtiyacı Var!
 
2023- Bu hâlden çıkılmaz mı?
 
D. Hocaoğlu- Bu derin krizden çıkmak öyle kolay değil; tabiîdir ki, çı­kılır, kader dediğimiz şeyin bir de ta­rihî olanı var: "Tarihî Kader" (fatum historicum); tarih felsefesinin en baş belâsı kavramlarından. İmdi, yukarı­da Haldûn'dan bahsetmiştik; Haldûn, çöküşün sonuna kadar gidip son nok­tayı koymasını bir kader olarak gö­rür, ne var ki, "evet, kader vardır, ama mevsuf ve müsemmâ mıdır" derseniz, ben de birçokları gibi "hayır" derim. Öyle olsaydı bu cihan basit bir makina olur ve hesap da olmazdı. Kaldı ki, na­sıl ki "kader" diye birşey varsa "müstahil" diye birşey de var; müstahil, yâ­ni olması mümkün olmayan, ama bu, kategorik bir imkânsızlık değildir, ol­ması istenenin olmasına mâni' olan birşeyler vardır, onlar bertaraf edile­bilirse olması istenen ol(uşturul)abi­lir. Bu da birçok şarta bağlıdır ve bun­ların da en başında geleni, bu kadar sıra-dışı derin bir kriz bahse mevzû ol­duğunda, "sıra-dışı lider" dir. Yâni Hegel ve Carlyle'ın târif ettiği "kahraman"dan söz ediyorum. Yâni, en derin krizlerden bile çıkma ihtimâli vardır, belki her zaman değil ama, vardır, an­cak ne var ki, bu azametli iş, sıradan parti genel başkanlarının harcı değil­dir; bunun için "kahraman" gerektir. Victor Hugo, Sefiller'de, Hegel'in de, Carlyle'ın da ideal kahraman tipine örnek olarak verdiği Napolyon'u, romanın kahramanı Marius'un gözüyle şöyle tanımlar: "O, bütün insanları, Fransa'dan söz açtıkları zaman, 'Bü­yük Millet' dedirtmeğe zorlamış olan insandı. Daha fazlasını da yapmış­tı. Fransa âdeta onun etine kemiğine bürünüp ortaya çıkmıştı./…/Marius, Napolyon'da, sınırlara dikilip gelece­ği koruyacak olan ışıklı hayaleti gö­rüyordu. Hem zorba hem diktatördü. Bir cumhuriyetten doğuyor ve bir dev­rimi özetliyordu. Napolyon onun için, Îsâ'nın insan-tanrı olması gibi, insan-halk'tı." Yâni, kahraman, herşey bit­miş diyen, psikolojisi darmadağın ol­muş bir toplumu bir terminatöre dönüştürebilen, ölüleri bile diriltebilen kişidir. Yine Hugo, aynı eserde, "Her Fransız'ın göğsünde bir volkan yatar" der; evet, böyle der, ama o volkanı in­difâ ettirmek için bir Napolyon gerek­tir. İşte, kahraman budur ve bugün Türklerin tek ihtiyâcı budur; değil ki bugünün içinden geleceğe açılan ka­pıları görmek, önünü bile göremeyen mız-mız, uyuşuk, parti genel başkanları değil. Türklerin vazıyeti de aynen böyle: Merlin'in Arthur'a, "Britanya'nın herşeyi var, ama kralı yok" demesi gibi, Türklerin de herşeyi var, sâdece kahramanları yok. Mükerreren ve vurgu ile söylüyorum: Böyle­sine sıra-üstü bir muvaffakıyet, sıra­dan insanların harcı değildir. Cemi­yetler bu gibi fevkalâde hâllerde ancak fevkalâde liderlerin ortaya çıkmasıyla felâha erebilirler, tabiî, iş işten geçme­den olmak kayıt ve şartıyla. Aksi hâl­de, Haldûn'un öngörüsü tutar ve şe­hirdeki kurtlar yaşlanıp da gevşeyince surların dışından gelen genç ve yırtıcı kurtlar şehre girerek onları yer.
 
Demokrasiler Büyük Kriz Zamanlarında Yetersiz Kalır!
 
Ayrıca, bu kadar azametli bir iş, bu muazzam kıyam, bilinen demokrasi şekilleri ile de pek uyuşmayabilir; çünkü, bu, bir toplumun, Mülk'ün ta­pusunu elinden almak üzere kendisine meydan okuyan bir başka toplum kar­şısında herşeyi ve sonuna kadar göze alması ile kabildir ki Leslie Lipson'un da dikkat çektiği gibi, burada demok­rasi iş yap(a)maz. Çünkü demokrasi asla savaş rejimi değildir, hiç olma­mıştır, hiç de olamaz. Kara harp doktrininin kurucusu Mackinder "Demok­ratik İdealler ve Gerçek" (Democratic Ideals and Reality) isimli eserinde, demokrasinin muhakkak ki iyi bir rejim olduğunu ama bir kusuru bulunduğu­nu, büyük krizlerden çıkışta problem­ler yarattığını söylemektedir. Demok­rasi, evet, en iyi rejim - Churchill'in ta­nımıyla "en iyi ikinci rejim", birinci­si meçhul - amma, benim ülkemin par­çalanmasını önleyemiyor ve hattâ ona yol açıyorsa, bu, kötülük demektir; olan bu! Nitekim, şu anda Türkiye demokratik sistem içinde parçalanıyor; şu hâlde, ya demokrasinin özünde bir problem var, yahut da işleyişinde. İm­di, demokrasi bir gaye değil sâdece bir vâsıta olduğuna binâen, eğer ki benim ülkemin parçalanmasını önleyemiyor ise o zaman onun bizzat kendisi ola­rak iyi olup-olmadığını bile tartışırım; çünki milletimin hükümranlığı ve va­tanımın bütünlüğünün yanında başka hiçbir şeyin bizâtihî ehemmiyeti kalabilemez.
 
Bu noktada, memleketimin idare­cilerinin böyle bir vebal altına girdik­leri takdirde bugün olmazsa yarın, bi­linemeyecek bir uzak gelecekte dahi olsa, dirileri olmazsa ölüleri dahi ol­sa, mutlaka, kabirlerinden kaldırılıp sanık sandalyesine oturtulacaklarını, tarihe tel'în edilmiş kara birer leke olarak kaydolacaklarını hesap ederek hareket etmeleri lâzım gelmektedir. Unutulmamalıdır ki, bu belgeler yıllar­ca sonra da okunacak; unutulmama­lıdır ki hiçbir beşer iktidarı kendisini ilelebed koruyamaz; önüne gelen herşeyi öğütüp toz eden zaman geçtikçe onlar da toz olacaklar ve gerçekler, su­yun altındaki cesetlerin suyun üstüne çıkması gibi su üstüne çıkacaklardır. Unutulmamalıdır ki, sokaktaki fâniler firavunlarla göz göze gelemezdi, gelir­lerse gözleri oyulurdu; çünkü firavun yaşayan ilahtı. Ramses de böyle idi ta­biî; ama şimdi mumyalanmış cesedi Kahire Müzesi'nde, ödenen üç kuruşluk bir ücretle "reâyâ" sınıfı tara­fından seyredilebiliyor. Shakespear'in Hamlet'de Büyük Sezar için dediği gi­bi: "Büyük Sezar öldü, çamura inkılâb etti. O çamur bugün cenup rüzgârla­rına karşı bir duvarın deliğini kapatı­yor. Vaktiyle cihânı titreten bir kahra­man, bugün âdî bir duvarı rüzgâra ve kara karşı koruyor". Tarihe bir, Ebû Bekr E's-Sıddîk gibi, bir Sokrates gibi kaydolmak var ve bir de Kâbe'yi yık­mağa gelen Ebrehe gibi, Sokrates'i ih­bar eden Anitos, Menos ve Lykon gibi kaydolmak…
 
Hâsılı, şu şartlar altında, bu top­raklarda geleceğimizi görmüyorum. Fikrimce, bu bâdireden çıkışın bir ve yalnız bir adet yolu var, sıra dışı bir lider; yâni Kahraman! Çünki, iş, nor­mal yollardan kotarılamayacak bir raddeye gelip dayandı ve yine çünki, bir Türk atasözünde dendiği gibi, kı­lıç çeken kılıçla düşer; ancak, ne ya­zık ki, kılıç çeken kılıçla düşürülemedi ve düşürülemediği için de şimdi ma­saya oturuluyor. Daha sarîh ifâdesiy­le, Türkiye, Türkler'in kontrolünden çıkmış bulunmaktadır.
 
Yapılacak Şey: Herşeyi Göze Almak!
 
2023- Şimdi durum böyle iken olumlu bir netice alabilmek için size göre neler yapılabilir?
 
D. Hocaoğlu- Bu hususta benim söyleyebileceğim şey şudur: Bir mille­tin, bir başka topluluğun meydan oku­masına mâruz kaldığında, varlığını ve hükümranlığını korumak için son rad­dede yapacağı sâdece ve sâdece bir tek şey bulunmaktadır: Herşeyi göze al­mak! Tabiatiyle burada "herşey" ile kastettiğim, hiçbir noksanı olmadan, "kelimenin tam ve mutlak anlamıyla her şey" demektir. Çünkü bu gibi kar­şılaşmalar esas itibariyle bir iradeler savaşıdır; tabiatiyle, herşeyi göze al­manın tek başına muzafferiyetin temi­natı olamayacağı şerhini düşmek ge­rekir, amma, ilk ve en önemli şart bu­dur ve buna binâen, bahsettiğimiz şer­hi de göz önünde tutarak diyebiliriz ki, herşeyi göze alanlar kazanır, ala­mayanlar kaybeder. Fakat burada esas problem, kendi milletine önayak olup onu sürükleyecek, Îsâ Nebî'nin ölüleri diriltmesi gibi, ölülere bile ruh vere­cek ve milletine herşeyi göze aldırtabilecek, sıradan insanların göğüslerinde potansiyel olarak mevcut bulunan vol­kanı bir Krakatoa gibi indifâ ettirebile­cek karizmatik bir lider, yâni bir "kahraman"ın ortaya çıkmasıdır.
 
Bu noktada işbu "herşeyi göze al­ma" konusuna biraz daha yakından eğilmekte fayda görüyorum: Günü­müzde birçok Kürt sözcüsü, Kürtle­rin bir "millî (ulusal) topluluk" teşkil ettiğini dile getirmektedirler; bu tanı­mın ciddîyet derecesini kategorik olarak tartışmak bir yana, prensip olarak doğru kabul edilse dahi, Türkiye'deki bütün Kürt vatandaşların bu tanımın içine girip-girmediğinin henüz meçhul olduğunu, hattâ Türkler ile çok yakın ünsiyet peydâ etmiş, sıhrî bağlar kur­muş yüzbinlerce Kürt de bulunduğu­nu nazarı îtibâre alacak olursak, bu­nun aşırı derecede abartılı bir iddia ol­duğunu da söyleyebiliriz. Lâkin, asıl belirleyici olan bu "bir şekilde" en­tegre olmuş Kürtler değil, Kürt hare­ketinin motor gücünü oluşturan kit­ledir ve gerginlikler limitlerine doğru yaklaştıkça sayıları bir buçuk milyo­nu bulan - veya, bulduğu söylenen - bu Kürt-Türk karması evliliklerden oluş­muş âilelerin oluşturduğu bağlayıcı çi­mentonun gücü etkisizleşir ve hattâ zaman içinde büyük bir kısmı "öteki taraf"a doğru da kayar ki işte, bu, bü­tün muslihâne hâl çârelerinin tükeneyaz olmağa yüz tuttuğu, herşeyi göze almanın başlaması gereken uç nokta­dır ve burada demokrasi hiçbir işe ya­ramaz.
 
Evet, demokrasi bu konjonktürde hiçbir işe yaramaz; çünki, demokra­si, târifi mûcibince, kendi içinde bü­tünleşmiş, bir bütün olarak aynı geç­mişi, aynı mitleri, aynı gurur, aynı se­vinç, aynı kederleri paylaşmakta oldu­ğu kadar, daha da fazlası olarak, ay­nı gelecek tasavvurunu da paylaşan ve aynı toprağı aynı vatan anlamında idrâk eden, bir ve yalnız bir adet "demos"un kendi kendisini sevk ve idâre­si demektir. Kezâ, millî (ulusal) top­luluk da, yine târifi mûcibince, kendi kaderini tâyin hakkını (self determination right) mâlik, kendi içinde bü­tünleşmiş bir siyâsî topluluktur. Bu vaziyet tahtında Kürtler bir millî (ulu­sal) topluluk ise, bir başka millî toplu­luk olan Türkler ile kendi içinde bü­tünleşmiş, bir bütün olarak aynı geç­mişi, aynı mitleri, aynı gurur, aynı se­vinç, aynı kederleri olduğu kadar, ay­nı toprağı aynı vatan anlamında idrâk etmesi ve daha da fazlası olarak, ay­nı gelecek tasavvurunu da paylaşma­sı bahse konu olmayan, herbirisinin miti, gururu, sevinci, tasası ve hepsin­den mühimi, aynı toprağı aynı şekilde anlamlandırılmış aynı vatan olarak telâkkî etmeyen ve bir başkasıyla pay­laşması mümkün olmayıp münhasıran kendisine âit, müstakil bir gelecek ta­savvuru bulunan ve bu bakımdan siyaseten yolları kesişen iki ayrı "demos" -yâni iki farklı irâde sâhibi olan siyâ­sî topluluk - demektir ki, hayır! Bu şe­kildeki, iki ayrı demos kabul edildiğin­de iki ayrı "krasos" (devlet) da kabul edilmelidir ve bu ise, iki, ayrı "demos"un kendi "krasos"larının tecellîgâhı olacak kendi parlamentolarını belirle­mesi ve belirlenecek olan o parlamen­toların teşkil edeceği hükûmetlerin bir masa başında "eşit üyeler" olarak mü­zâkereye başlamaları demektir ki, bu­nun artık bir demokrasi problemi ol­madığının kabul edilmesi, zira, böyle bir kabulün, zaten bölünmüş - bölünük (torn) değil fiilen bölünmüş (divided) veya parçalanmış (fragmented) - bir Türkiye'yi zihnen meşrulaştırmak demek olduğu da her hâlde ayrıca izaha değmeyecek kadar âşikâr olsa ge­rektir.
 
Demokrasi'nin büyük kriz dönem­lerinde yetersiz kalmasının sebeple­rinden birisi de, "kahramansızlık"tan neş'et etmektedir. Kahraman, bir milletin bütün varlığını, vatanını, hür­riyetini, istiklâlini ve istikbâlini, hü­kümranlığını muhafaza etmek için sâdece "halkın sesi"ni (fox populis) din­leyen ve o ses ne diyorsa o istikâmet­te politika tayin eden sıradan bir po­litikacı değil, daha da fazlası olarak, kendi halkına bir "ilâhî ses" (fox dei) olan; büyük krizleri halletmek için gerekli olan büyük enerjiyi halkından alan değil, halkına veren, daha doğ­rusu, halktaki potansiyel gücü aktü­el hâle tahvil ettiren, sıra-üstü bir be­şer, bir tür mitolojik varlıktır. Çünkü halk, yâni sıradan insanlar - Gasset'nin tâbiriyle, "kitle-adamlar" - cemaatin­de, sıra-üstü işlere girişebilecek teşeb­büs gücü, atom bombasının îmâl edil­diği radyoaktif maddenin enerjisi gibi, ancak "potens" hâlde (bilkuvve) mev­cuttur. O gücün "aktüel" (bilfiil) hâle dönüşüp bir atom bombası olarak patlayabilmesi için hariçten motive edile­bilmesi gerekir ki, bu da sıradan po­litikacının kabiliyeti dışındadır. Esa­sen, belirli bir seviyede demokrasi teo­risi bilenler, Sartori'nin belirttiği gibi, halk oylamasının, yâni seçimlerin, te­mel politikaları değil, temel politikala­rı belirleyecek olan politikacıları belir­lediğini bilir. İmdi, buna göre, büyük kriz dönemlerinde sıradan politikacı­lara mahkûm olan kamuoyu, elektrik akımının en zayıf direnci tercih etme­si gibi, en kolay yolu tercih eder. Bun­dan dolayıdır ki, sıra-dışı bir liderden mahrum olan "halk yığını", içindeki potansiyel enerjisi açığa çıkarılama­yan atom bombası gibidir ve bu sebep­le de basit ve sıradan hedefleri vardır; hiçbir zaman azametli meselelerin üs­tesinden gelmeye kifayet etmeyecek, güç karşısın­da kolay eğilmesini sağlayacak olan hedefler. Filhakîka, biz 1919'da üstü­müze çöreklenen büyük krizde, şayet, sıradan politikacılara mahkûm olarak halk oylamasına gitmiş olsaydık, bü­yük ihtimalle Amerikan ya da İngi­liz mandacılığından birisi seçilecekti. Ama, tarihin bu fay hattında bir ekip çıktı ve "Hayır! Bu olmaz" dedi. Ve neticede, on seneye yakın süre buzlu dağlarda, alev alev yanan çöllerde dö­vüşe dövüşe kırılmış, her şeyini bitir­miş, erkeklerinin soyuna kıran girmiş bir topluma, bu adamlar yeniden ruh verdiler; Îsâ Nebî gibi, cesetleri dirilt­tiler bu adamlar.
 
Bu konuda, tam da yeri gelmiş­ken, anlamlı bir misal vermek isterim: 1916'da Bayburt, benim memleke­tim, işgal edildi; işgalin sonlarına doğ­ru Ermeni çeteleri Bayburt'ta akıl al­maz katliamlar yaptılar. İki sene son­ra, 21 Şubat 1918'de Rus işgali sona erdi, Ermeniler de defoldu gitti. Bay­burt'a giren Türk süvarilerinin atları­nın ayaklarının altına kadınlar ehram­larını, çarşaflarını serdiler. O sırada cennet mekân babam, Bayburt medre­sesinde müderris olan dedemin onbir çocuğundan hayatta kalan tek evlâdı, sekiz yaşında, hâdiselerin canlı şâhidi; şunu anlatmıştır defaatle: İşgalin ve Ermenilerin yaptığı katliamların niha­yete ermesinin sevincinin üzerinden bir yıl kadar sonra zehir gibi bir ha­ber ulaşıyor Bayburt'a. Akşam dedem eve geliyor, yemek bile yiyemiyor; öy­lesine mükedder. Babaannem, "Hoca ne oldu, neden böyle huzursuzsun?" diyor. "Hele bir dur şimdilik, biraz sonra söylerim..., biraz sonra söyle­rim...", diyor ve nihayetinde dayana­mıyor Müderris Hacı Hasan Efendi ve sırrı ifşâ ediyor: "Maya Hanım", di­yor, "Haber şu ki, biz mağlup olmu­şuz, ordularımız teslim olmuş, Padişah efendimiz de burayı Ermenilere vermiş!". Böyle deyince, babaannem ellerini dizlerine vurarak, "Eyvah!" diye feryad ediyor; "Eyvah! Ermeniler yine geri mi gelecek?" Bu­nun üzerine, dedem, en sona sakladığı iyi bir haberi de vermiş: "O kadar da korkma hâtun; bir haber daha aldım, inşallah doğru çıkar" demiş ve ekle­miş "Bir Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve 'Olmaz öyle şey!; Biz bunu kabul etmeyiz.'demiş." Bunun üzerine ba­baannem ellerini açıp, "Allah'ım! Sen Mustafa Kemal Paşa'nın kılıncını kes­kin et" diye, gözyaşları içinde, uzun-­uzun duâ etmiş. Babaannemin, son Osmanlı kadınlarından olan O mübâ­rek insanın, Cumhuriyet'in ilk yılların­da çarşafından dolayı çok zulüm gör­düğünü biliyorum, ama, bir gün dahi Mustafa Kemal Paşa aleyhine kimseyi konuşturmadığını da biliyorum.
 
Türkler "Essah" Bir Millet Olduklarına Eminseler Egemenliklerini Paylaşmazlar!
 
İmdi; o dönemin sıra-üstü liderle­ri yerine, birbiriyle çene yarışına gi­rişen, içi cılk, kendi partisi içinde ik­tidarını koruduğunda bunu bir salta­nata dönüştüren, bir asker darbesi ve­ya Azrail darbesi olmadan genel baş­kanlığı devretmeyen, partisi iktidar­dan düşse bile iktidarını muhafaza eden partilerin, iktidarı şahsî servet­leri için kullanan, ülkesinin sınırları­nı ecnebî devletlere kiraya vermekten hayâ etmeyen siyasetçileri olsaydı, ne­tice ne olurdu? Hepimiz biliyoruz ki, bir "açılım paketi" icadedilir ve İngiliz veya Amerikan mandasından birisinin tahakkuku istikâmetinde sonuç alın­maya çalışılır ve alınırdı da.
 
İmdi; "kahramansızlık faktörü"nden mâadâ, bu şekilde kangrenleşmiş bir problemin bu şekilde bir hâl tar­zına kavuşturulma cihetine gidilme­si, demokrasinin rûhuna da radikal olarak muhâliftir. Çünki, artık açık­ça kendi kaderini tayin hakkını hâiz bir Kürt millî topluluğu, Türkiye'nin topraklarını ve Türklerin hükümran­lığını paylaşmak üzere fiilî olarak "si­yâsî temsilcileri" ile Türklerle masaya oturmaktadırlar.
 
İmdi;
 
1- Eğer Türkler bu memleketin her tarafını bir 'bütün' olarak vatan topra­ğı kabul ediyorlar ise -zaten aksi ihti­mâl, üzerinde konuşulamayacak nok­taya gelinmesi demektir- bilinmelidir ki, vatan toprağı, asla pazarlığa bahse mevzû edilemez; çünki, burası "mülk"tür. Ama kantiyen bir terimle söy­lersek bir "baba mülkü" (patrimonium) değildir; yâni bir metâ gibi pazarlıklara konu teşkîl edilemez ve "vatan"ın herhangi bir şekilde pazarlık ko­nusu yapılması, Türk Demosu'nun hakkı da değildir. Türklerin böyle bir hakkı yoktur ve olamaz; ola­maz, zîra, bir kere O, evvelen, bir patrimonium değildir dediydik; sâniyen, bu vatan ataların kanlarıyla bıraktığı mîrastır ve ölülerin de diriler üzerinde hakkı vardır, bu hakkın îfâsı emânete sadâkattir. Ve kezâ, aynı şekilde, sâli­sen, doğacakların da yaşayanlar üze­rinde hakkı vardır ve bu hak da, ev­lâtlarımız, için temiz, yâni hür, müsta­kil ve hükümran bir vatan bırakmak­tır ve bu hakkın îfâsı da, kezâlik, va­tanın hiçbir şekilde pazarlıklara bah­se konu edilmemesidir. Binânenaleyh, Türk Demosu'nun böyle bir pazarlı­ğa muvâfakat vermesi O'nun iktidârı ve meşrûiyeti dâhilinde değildir; aksi, ap-açık ihânettir ve ecdâdın ve ahfâ­dın lânetine mâruz kalmaktır.
 
2- Yine, eğer Türkler, kendilerinin "essah" bir millet olduğundan emîn iseler, "millet" olmaklığın, ancak ve yalnız, hürriyet, istiklâl ve hükümran­lık (egemenlik) ile kaabil olacağını ve buna binâen, "millet" olmanın kaçınıl­maz îcâbı olarak, tıpkı hürriyetleri, is­tiklâlleri ve vatanları gibi, hükümran­lıklarının da bir metâ olmadığını ve binâenaleyh, kısmen veya tamâmen, vazgeçilebilir, devir ve temlik edilebi­lir, ferâgat ve fedâkarlıkta bulunulabi­lir addedilemeyeceğini ve bunun ken­di demoslarının meşrûiyet alanı dâ­hilinde bulunmadığını kabul etmeleri kat'î sûrette şarttır. Mükerreren, tabiî ki, kendilerinin "essah" bir millet ol­duğundan emîn iseler.
 
Bu noktada karizmatik lider ka­dar mühim olan bir başka belirleyi­ci husus da, hiç şüphesiz, entellektüel arkaplandır. Ve fakat ülkemizin gerek kapasite ve gerekse de omurga sağlamlığı noktai nazarından en za­yıf noktası, diğer bir tâbirle "yumuşak karnı", aydınlarıdır. Bu noktada, daha felsefî ve daha sıhhatli bir kavram olan "entellektüel" kavramını, 'Türk(iye) aydını"nın vasatî seviyesinin çok fev­kinde olması hasebiyle bilkast istimal etmediğimi de mükerreren hâtırlat­mak isterim. Bu aydın makulesi içinde mâlûm bir kesiminin zâten baş hüneri sürekli ihânet içinde olmak olduğun­dan onların lânet isimlerini bir hamle­de geçiyorum ve omurga olarak değil­se de kapasite olarak en zayıf kesimi­ne, milliyetçi aydınlara geliyorum. Ne var ki işbu mâlûm sürecin, maalesef ve maatteessüf, onların da epeyce hâtırı sayılır bir kesiminin omurgasını ez­diğini görmekteyiz. Bunu da bir yerde anlaşılabilir - ama tasdîk ve tasvîb edi­lemez - görmekteyim. Çünki, aydın ke­simini en fazla ifsad eden şey "güç"tür ve bu da günümüzde sermayenin ve iktidarın gücü olarak teşahhus et­mektedir ki, bunların herhangi birisi­ne yanaşan bir aydından herhangi bir işe yarar bir şeyler umulamaz, nite­kim, hakikî bir millî intelijansiyanın tam da zamanının olduğu şu sıralarda, milliyetçi - daha doğrusu bugüne kadar öyle bilinen - aydınlarımızın bir kısmı çapsızlıkları dolayısıyla sade suya tirit ve çok defa da işleri daha da sarpa sardıracak şeyler ya­zarken bir kısmı da risk al­mak istemediği için suskunluğa gömülmüş     dururumdadır ve üçüncü bir kısmı ise yük­selen trende uyum sağlama­ğa çalışan taktik manevralar takip etmektedir.
 
Hâlbuki, essah bir millî intelijansiya, bü­yük kriz dönemle­rinde, si­yâsî kah­ramanla­rın mü­temmim cüzüdür ve şu an­da Türkiye bunun kıtlığının sancıları­nı da çekmektedir. Çünkü, bir mille­tin çapı, esas olarak O'nun elitlerinin çapıyla orantılıdr ve bu elitlerin büyük kısmını da entellektüeller oluşturur.
 
2023- Yeniden bir Kuvayımilliye ruhunun, milletin geleceğinin kur­tarılması bağlamında, bu toplumun içinden neşet etme ihtimali yok mu­dur?
 
D. Hocaoğlu- O ihtimali bilmiyo­rum, ama potansiyel fazlasıyla vardır.
 
2023- Belki o potansiyeli konuş­mak lâzım.
 
D. Hocaoğlu- Evet; bu potansiyel fazlasıyla vardır. Şimdi, biraz yukarı­da söylediğim bir hususu bir kere da­ha ele alalım, kısaca: Bir toplumun ka­litesi sokaktaki insanın kalitesiyle de­ğil, elitlerinin kalitesiyle ölçülür. Bir toplumun kalitesini hakkında bir şey sorduğunuz zaman, dikkat ediniz, ye­tiştirdikleri büyük insanlarla cevap ve­rirler. Thomas Carlyle, meselâ kahra­manları anlatırken altı başlık altına toplar onları: "Tanrı-kahraman" ile başlar, İskandinavların Odin'ini ör­nek verir. İkinci başlıkta "kahraman-peygamber" olarak Peygamberimiz'i ele alır; o konuda uzman ol­mayan ti­pik bir Ba­tılı gibi çok sığ ve yan­lış şeyler de söyler, ama say­gılı bir ifâde kullanır. Üçüncü olarak "kahraman-edipler"den bahseder, ör­nek olarak da Shakespeare'i verir: Krallar gelir, krallar gider; bir kısmı tahtan indirilir, bir kısmı indirilmez, ama İngilizlerin - ki Carlyle bir İs­koç'tur - öyle bir kahramanı vardır ki hiçbir kimse onu tahttan indiremez... Bu kahramanın adı William Shakespeare'dir. O İngilizlerin gönlüne taht kurmuştur onun için tahtan indirile­mez. Shakespeare, İngilizlere İngiliz olduğunu öğreten, kendilerine güven ve gurur duymalarını, başkalarınca da saygı gösterilmesini sağlayan insandır. İşte, İngiliz milletinin kalitesinin sevi­yesini belirleyen kişilerden birisi odur: William Shakespeare, sokaktaki adam değil. Bunun gibi, meselâ sorarlar ada­ma, "bizim Kant'ımız var, sizin neyi­niz var?" diye. Buna mukabil, "bizim de Fârâbîmiz var" diyebiliyor iseniz, mesele yok. "Bizim Michelangelo'muz var, sizin neyiniz var?" dendiğinde de "bizim de Sinan'ımız var" diyebiliyor iseniz, "bizim Napolyon'umuz var, ya sizin?" derlerse, "bizim birkaç tane Napolyon'umuz var, şim­di sayarsak sığmaz" diyebili­yorsanız, "bizim Mozart'ımız var, ya sizin?" dediklerinde de, meselâ, "bizim de Dede Efendi'miz var" diyebiliyor iseniz, mesele yok. İşte o za­man sizin de medeniyetiniz var, siz de bir milletsiniz de­nir, çünkü medeniyet sâhibi olmak, millet olmak sokak­taki adamlarla değil, elitler­le olur. Dikkat edelim lûtfen: Sıradan adam bir kıstas değil­dir ve sıradan insanları muka­yese ettiğimizde, Türk'ün sı­radan adamı ile İngiliz'in in­sanı arasında ciddî bir fark da yoktur. Hattâ bazı husus­larda bizim sıradan insanımız daha bile kalitelidir diyebili­riz; meselâ bir Türk kızıyla evlendikten sonra gurbete gi­derseniz, korkmayınız, karı­nız yatağına bir başka erkeği almaz; bir Türk evinden çık­tığı zaman emindir ki, karısı onun namusunun bekçisidir, ayrıca bekçiye hacet yoktur. Bu bakımdan, Türkiye ve me­selâ Almanya arasındaki fark, iki ülkenin sokaktaki adamlarının ara­sındaki farktan değil, elitlerinin ara­sındaki farktan kaynaklanır.
 
Bu noktada, sıradan insanların ro­lünü bir misal ile açıklayalım. Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet isimli eserinde der ki, "Esnaf çarşısında her esnaf kendi menfaati şahsiyesi için sây ü gayret sarf eder. Ama onların bu menfaati şahsiyelerinin mecbu ye­kûnundan menfaati âmme hâsıl olur". Evet, aynen böyledir: Tek tek insanlar kendi şahsî menfaatleri için, akşam evlerine rızık götürmek için çalışırken buradan toplumun menfaati çıkar, yâ­ni sıradan insanların yekûnu sıra-üstü şeyler olur. Çünkü, millet, sıradan in­sanlardan oluşur ama bir "sıradan in­sanlar toplamı" değildir. Sıradan in­san basittir ve Dickens'ın "sâdece siz basit bir insansanız, her şey size ba­sit gözükür" aforizmasında ifâde edil­diği gibi, dünyası da basittir; herşeyi basite indirger. Tarih bilgisi basittir, hattâ tarihsizdir, o, esas olarak yaşa­dığı ânı bilir, geçmiş ve geleceğe uza­nan bir vizyonu yoktur, geçmiş ve ge­lecek arasındaki "şimdi"ye hapsolmuş olarak yaşar, hemen herşeyi sınırlıdır, derinliksizdir, siliktir; her şeyin mer­kezine kendisini, çocuklarını, ailesini kor ve ilââhir… Ama bu sıradan in­sanlar önlerine tarih çapında bir adam düştüğü zaman bir volkana, bir tsunamiye dönüşebilir. Napolyon için Victor Hugo'nun ne dediğinden bahset­tik; Doğu'dan anlamlı bir örnek olarak Cengiz'e bakalım şimdi de: Cengiz'den önce, Moğollar birbirleriyle di­dişen kabilelerden oluşuyordu, Cengiz onları dünyanın efendisi yaptı. Neden başka zaman değil de, illâ ki o zaman ve neden Cengiz? Evet, Cengiz, çün­kü, hiç kimsenin dikkatini çekmeyen süflî bir kavim olan Moğolların göğüslerindeki volkanı ancak O indifâ ettirebildi de ondan. Bu gibi insanlar, yâ­ni kahramanlar, Allah'ın bir lûtfu, bir vediasıdır; onlar mektepten yetişmez­ler, oy sandığından da çıkmazlar, hocaları da yoktur; Cengiz, Cengiz ola­rak gelir, Napolyon Napolyon olarak, Fatih ise Fatih olarak, bir anlamda "peygamber" gibidirler: Onlar, aslın­da, gelmezler, "gönderilirler"… Eğer Cenab-ı Hak bir milleti bir yere çıkart­mak istiyorsa O'na bir Cengiz gönde­rir, bir Napolyon gönderir, bir Yavuz gönderir, onlar da insanlarının önleri­ne düşerler, aşılamazları aşırtır, yenilmezleri yendirir, bellilerin bellerini kı­rar, başlıların başlarını eğdirirler ve şu sonucu alırlar, ki kahramanların bel­ki de en birinci vasfı budur. Bir kah­raman, dünyanın her yerinde, bütün insanlara, milletinden ve ülkesinden bahsederken, bilmecburiye, hürmet­kâr bir lisan kullanmaları gereğini öğ­reten kişidir.
 
İşte, sıradan politikacıların yapa­mayacakları, çaplarının elvermeyeceği budur.
 
Şimdi biz, şu ânda, sıradan bir kriz yaşamıyoruz; bu, şöyle ya da böyle hâle yola konacak bir ekonomik kriz veya ona mümâsil birşey de­ğil; çok sıra-üstü bir kriz. Şimdi bu noktada tekrar Gasset'ye avdet edelim: O, "Kit­lelerin İsyânı" isimli muhalled eserinde, "Sıradan insan - yâni O'nun tedâvüle sürdüğü terimle "kitle-adam" - dedi­ğimde kast ettiğim şey düpe­düz alelâde insandır; ama bu­nunla, sâdece, işçileri, çiftçi­leri kastetmiyorum, ufku dar olan herkesi kastediyorum" der ki işbu ufku dar olanların başında da ilim adamları ge­lir. Hattâ, O, ilim adamlarını, kitle-adamın prototipi sayar. İşte, günümüzde, kitle-ada­mın prototipi olan bu kişiler üniversiteleri tıka-basa dol­duruyor, ama bir işe yaramıyorlar. Benim ülkem alev alev yanıyor, üniversitelerden ses yok ve meydan, üç kitap oku­madan otuzüç kitap yazan, Necip Fazıl'ın tabiriyle, aslını gördüğü hiçbir şey, posasını görmediği hiçbir şey olan bu zevata kalıyor; Türkiye'ye bu boş adamlar gündem koyu­yor, Başbakan onları "âkil adam" ola­rak kabul ediyor; yâni, zihniyet dün­yamızın elitleri onlar! Öyle mi?
Eliti bunlar, kendi dar uzman­lık alanının dışındaki fikirleri çocuk­ça olan, uzmanlık alanı tam da bu ko­nular olanların ise teknik bilgi dışında zihnî aktivitesi olmayan, olanların ise ya ard niyeti hayli kabarık, ya da yüre­ği yetmez olan, ortayerde filozof olarak endam arzedenleri ise gazeteci-yazar olan zavallı bir ülke!
 
Bunlar elit değil.
 
Elit olsalardı, "Türk'e ve Türki­ye'ye bişeycikler olmaz" saçmalığını tekrar edip durmazlardı. Ne demek oluyor ki, "Türk'e ve Türkiye'ye bi­şeycikler olmaz"?
 
Bir defa, zaten Türk'e olan olmuş da gören yok; saniyen, bu topraklar­da yaşamış, saltanat sürmüş diğer ka­vimlere ne olduysa Türk'e de olur, Türk'ün herhangi bir imtiyazı yok ki; ve oluyor da nitekim.
 
Anadolu toprağındaki evvelki ka­vimlere neler oldu; kim üzerinde te­fekkür ederek ders çıkarıyor? Çok şey oldu onlara ve silindi gittiler.
 
Tek bir örnek yeter mi acaba? Ana­dolu'daki en uzun siyasî varlık, Hititler'inkidir: 1400 yıl! Bizim yekûn var­lığımızdan takrîben beşyüz yıl daha fazla: M.Ö. 2000 ilâ 600 arası. Muhte­şem bir imparatorluk kurdular, salta­nat sürdüler, sonra parçalandılar, son­ra yıkılıp gittiler… Hitit ahalisi şuraya buraya dağıldı, mabetleri yıkıldı, eserleri sağa sola saçıldı, sonra da unu­tuldular, hâfızalardan silindiler. Öy­le ki, M.Ö. 500'lerde buraya Persler, yâni Dâra'nın orduları, geldiği zaman Hititlerden bahsedilmiyordu; artık top­rağın altına çekilmişlerdi. Dâra'dan 200 sene sonra İskender geldiğinde de Hititler'den bahsedilmiyordu, Ro­malılar geldiğinde de; fücceten gitmiş­lerdi sanki, yer yarılmış, yerin dibine uçmuşlardı adetâ. XIX. asır sonlarına doğru onlardan bahsedilmeye başlanı­yor, ancak XX. asırla birlikte yeniden keşfediliyor. İşte Hititlerin macerası birkaç cümle ile bu; ders almaya yeter de artar bile. Türklerin mâcerasının böyle noktalanmayacağını kim, hangi hakla söyleyebilir? Esasen bu gidiş de o gidiştir.
 
Bu Coğrafya Büyük Güçlerin Son Maçına Çıktığı Yer
 
2023- Anadolu coğrafyası medeni­yetleri yutar yâni…
 
D. Hocaoğlu- Ortadoğu coğrafya­sı dünyanın en kötü coğrafyası, ay­nı zamanda da en iyi coğrafyası. En iyi, zira, Osmanlı, Orta Asya'da ol­maz, burada olur. Kötü coğrafya, bil­hassa Anadolu! Çünkü kavimlerin ge­çiş yeri; tam ana arter üzerinde, o se­beple de düşen bir daha kalkamaz. Ve bu coğrafya bütün büyük güçlerin son maçına çıktığı yerdir. Dünyanın lordu olmak istiyorsanız, son büyük maçını­zı burada yapacaksınız. Amerika dün­yanın lordu olma maçına burada çıktı ve saplandı kaldı. Ne ileri gidebiliyor, ne çıkabiliyor. Burayı ele geçirirseniz tam cihangir olursunuz. Buradan dö­nerseniz küçülmeye başlarsınız, ine ine dibe iner ve kaybolursunuz, bura­sı öylesine netâmeli bir coğrafya; öy­le ki, dilinizi konuşan bile kalmaz. Ro­ma İmparatorluğu'nun yıkılmasından yüz yıl sonra, bugün hâlâ entellektüel ve akademik hayatta yaşayan bir dil olan Latince'yi konuşan insanların, yâni Romalıların buharlaşmışçasına kaybolmuş olması da bir başka ders­tir. Benim söylediğim şu: Burada bir düşersek, yüz yıl sonra bu topraklar­da da dilimizi konuşan insanlar kal­mayabilir.
 
2023- Irak'ın işgali bu toplum için yeterince uyarıcı olmadı mı? Türki­ye'yi size göre bıçak sırtı bir duru­ma getiren en önemli saik nedir? Et­nik milliyetçiliğin geldiği durum mu? AB'nin, ABD'nin dayatmaları mı?
 
D. Hocaoğlu- Şöyle cevap vere­yim, müsaade ederseniz. Bizim prob­lemimiz, Cumhuriyet ile başlamadı ta­biî ki; kökleri XVI. asra kadar iner. XVI. asırda dünyada bir şeyler oluyordu ve biz bu olup biteni okuyamadık. Olup biten şuydu: Dünyada bir entellektüel ve ilmî akım doğuyordu, bu­nun adına sonraları Rönesans dendi. Temelleri daha evveline inen Röne­sans, Avrupa'nın bin yıllık uzun uyku­sundan uyanışı idi. Rönans'ın ardın­dan XVI. asrın ortalarına doğru sahici bilim adamları nesilleri gelmeye başla­dı. Rönesans'ta filozof yoktur; Erasmus, Rabelais, filozof değil, "düşü­nür" dür, "deneme yazarı"dır ve bir de san'atkârlar vardı, onlar, birçok bili­min temellerini atmıştır. İslâm dünya­sının muazzam te'sirleri olmuştur bu akıma; en basitinden, XVI. asır başın­da Arap rakamları bilinmiyordu, Arap rakamları bilinmeyince de cebir geli­şemiyor, yâni yüksek matematik or­taya çıkamıyordu. Ama asrın sonları­na doğru John Napier logaritmayı ku­ruyor; gerçi El Hârizmî, El Câbir loga­ritmanın, cebrin temellerini atmıştır, ama, ilerleten Batılılar olmuştur. Yine aynı asrın hitâmına doğru ve XVII. as­rın başlarından îtibâren büyük âlimler ve filozoflar sökün ediyor; Galileo gi­bi, Kopernik gibi; artık felsefede Descartes vardır, Bacon vardır ve sonra diğerleri ve nihâyet, başı diğer devle­rin omuzlarının üstünde yükselen Isaac Newton! Osmanlı'da ise duraksamalar başlamıştır; Takiyüddin'in Rasathânesi'nin yıkımı, "yıkım"ın da mîlâdıdır, bir anlamda ve çok geçmeden, Batı ilmine ilk önceleri "Frenk Fodul­luğu" denir. Artık, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun dile getirişiyle, "Büyük Cihat'tan Frenk Fodulluğuna" geçiş baş­lamıştır ve bu da zamanla ölümcül te­sir yaratmıştır. Batı'da ilmin yükseli­şinin sonucu, dişli çarkların dönmeye başlamasıdır, yâni sanâyi' çağı! Bun­dan böyle de dünya, dişli çark döndü­renler ve döndüremeyenler olarak ikiye ayrılmış, dişli çark döndüren­ler, döndüremeyenlerin ça­nına ot tıkamış, medeniyetlerini yıkmış, kültür­lerini tahrip et­miştir. Böylece, ortaya bizim için bir "güç problemi" çıkmış­tır; hâlâ çözülemeyen güç problemi. Biz anlamadık meselenin künhünü ve bundan dolayı da sanayi toplumu ola­madık ve böylelikle, güç problemini çözemediğimiz için de sürekli kaybet­tik; toprak kaybettik, medeniyetimiz tahrip oldu ve en nihayetinde Anado­lu'ya sığındık. Kaybedişimizin, küçül­memizin diğer bir sebebi de tarihin ta­biî akışıdır. Milliyetçilikler uyanmaya başlayınca biz Türkler topraklarımız içinde bulunan ve hiçbir zaman asimile etmeyi düşünmediğimiz -asimile etmeyi düşünseydik edebilir miy­dik bahsi başka bir bahistir - tebaamı­zın milliyetçiliklerinin uyanması veya uyandırılması, Anadolu'ya sığınmamı­zı intâc etmiş oldu.
 
İmparatorluğumuzu küçültmek zorundaydık, çünkü imparatorluklar çağı kapanıyordu. Ve bu kapanan im­paratorluklar çağında aynı dinde ol­mak bile kurtarmayacaktı.
 
Ayrışma Ayrılmaya Yol Açar
 
2023- Araplar örneğinde olduğu gi­bi.
 
D. Hocaoğlu- Evet, aynen buyur­duğunuz üzre: "Araplar örneğinde ol­duğu gibi". Aslında bu gerçeği, İbn-i Haldun altı asır evvel dile getirmiştir. Müşterek din sahibi olmak mutlaka çok kuvvetli bir ortak payda, bir dinî asabiye demektir; ancak, dinî asabiye tek başına kifâyetsiz kalmaktadır: Ay­nı dine inanmak, o dinin mü'minlerinin hepsinin aynı devletin aynı derece­de sâdık üyeleri olmasını gerektirseydi, bütün Müslümanlar bir tek devlet, bütün Hıristiyanlar da bir tek devlet olurdu. Dinlerin böyle bir iddiası da yok, gücü de yok. Tabiatiyle, burada, din ile milliyetin hattâ ırkın idantikleştiği Yahûdiliğin ve monoteist-ekümenik dinler öncesindeki, her mille­tin ayrı bir panteonunun bulundu­ğu kavmî/millî dinlerin, nevi şahsına münhasır hassaları sebebiyle istisnâ tutulmaları gerektiğini sanırım bilme­yen yoktur. Dinî asabiyenin tek başı­na kifâyetsiz kalışının sebebi, dinlerin - monoteist-ekümenik dinlerin yâni - aşırı derecede geniş totaliteler olması hasebiyle mü'minlerinin soylarından soplarından müstakillen hepsine aynı derecede istiklâl meşrûiyeti vermesi­dir. İmdi, Kadisiye muhârebesi önce­sinde İslâm ordularının, henüz Müs­lüman olmamış Araplara elçi göndere­rek, "Ey Arapların çocukları! Fârisîlere karşı bize yardım ediniz!" talebini iletmesi de göstermektedir ki, neseb asabiyesinin gücü ve önemi hemen ekseriyetle dinî asabiyenin gücünden ve öneminden daha büyüktür. İşte biz bu hakîkati, ne yazık ki, ancak çok acı tecrübelerle öğrendik; aksine, gerçeği kabul etseydik, artık Türkçe'nin ko­nuşulmadığı toprakların Türkiye sayılamayacağı gerçeğinden hareketle, İmparatorluğumuzu kendimiz küçül­tür ve bir "Ottoman Commonwealth" (Osmanlı Milletler Topluluğu) kurabi­lirdik ki bu da, idaremiz altında bulu­nan Müslüman milletlerle ve halklarla kansız ayrılmamıza sebebiyet verirdi ve üstelik onların üstünde bir otorite­miz de olurdu. Ama olmadı; neticeten ayrıldık, çünki ayrışmıştık; ayrışma, ayrılmayı bizzarûre intâc eder. Ayrıl­dık, ama bu kanlı ve husumetli, kırgın­lıklar ve hayal kırıklıkları yaratan ve kanaması hâlâ dinmeyen derin bir ya­ra yaratan bir ayrılma oldu, arada hu­sumetler doğdu. Öteki türlü olsaydı, bir defa, bu kadar enerjimizi kaybet­mezdik, insan kaynaklarımızı ve nüfu­sumuzu bu kadar hırpalamazdık. Os­manlı, sâdece üç milyon civârında in­sanını 1. Dünya Harbi'nde kaybetti; işte bu kayıp da olmazdı. Şimdi Kürt­ler ile de aynı sıkıntıyı yaşıyoruz: Aynı dinden olmak çok mühim, ama yetmi­yor işte ve yetmez de. Aslında, Kürt­ler ile toprağımızı, İstiklâl Harbi'nden önce Biz, kendimiz ayırmalıydık; ol­madı ve şimdi belâsını nasıl göğüsleyeceğimizi bilemez hâle geldik. Geç­miş zamana yolculuk yapmak imkânı bulsaydım, Gazi Paşa'ya gidip, "Pa­şam, Kürtler ile topraklarınızı ayırın" derdim. Vâkıa o vakitler, İngilizleri mi tercih edersiniz, Türkleri mi, denildi­ğinde, Kürtler, Türkler'i tercih etmiş­ti ve muhtemelen Paşa'yı yanıltan da bu olmuştu. Ve tabiî, daha fazla top­rak kaybetmeye tahammül edememe­nin de, muhakkak ki, majör bir belir­leyiciliği vardır ve bu da Biz'i onlar ile birlikte yaşamağa mahkûm etmiştir; bu, getirisi götürüsünü kurtarmayan bir mahkûmiyet ve çekilir gibi değil doğrusu. Uyanan etnik bilinç herşeyi mahvediyor; işte bu, bambaşka bir şey! Gerçi bu da mühim bir mikyasta telâ­fi edilebilirdi, yâni Kürtler entegre edilebilirdi, asimile edilmesinden bahset­miyorum, ama en iyisi o olacaktı şüp­hesiz. Hiç olmadı da değil aslına ba­karsanız; devlet tarafından başlatılan ve yine devlet tarafından durdurulan bir araştırmanın tam olarak açıklan­mamış sonuçlarının özet yayını, PKK isyânına rağmen, 2,5 milyon kadar Kürdün, kendilerine Kürt denilme­sini hakaret olarak kabul edecek ka­dar Türkleşmiş olduğunu göstermek­tedir, bu "asimilasyon"dur ve asimilatörler için iyi birşeydir şüphesiz - bu­na mukabil bir hayli Türk'ün de Kürtleşmiş, yâni Kürtler tarafından asimi­le edilmiş olduğunu da unutmayalım -. Bunun haricinde, evlilik, birlikte uzun müddet yaşama gibi saikler de muay­yen bir miktar entegrasyonu sağlamış­tır, ama bilumum entegrasyon dene­meleri, işlerin kördüğüme dönüştü­ğü kritik noktada bekleneni vermiyor, vermez / veremez; dahası bâzı hâller­de bumerang tesiri yaratarak aksi so­nuçlara yol açabilir. Söz gelimi, Ana-yasa'da yapılacak olan bir tâdilât ile Kürtçe'nin de Türkçe ile birlikte ikin­ci resmî dil olmasını öngören hüküm referanduma götürülecek olursa, işbu melez evliliklerden oluşan aile efradının ezici ekseriyetinin "evet" oyu ve­receğini söyleyebiliriz.
 
Türkiye Bükemediği Bileği Öpmeye Hazırlanıyor!
 
2023- Kısmen entegrasyon başarıl­dı yâni. Peki tam mânâsıyla bir başarı için ne yapmak lâzım?
 
D. Hocaoğlu- Bu çok önemli bir şeydir. Vâkıa "entegrasyon", bir cemi­yeti bir başka cemiyetin içinde erite­rek kendisine dönüştürmek olarak ta­nımlayabileceğimiz, birçok yerde farklıklılar arasındaki sağlıklı münasebet­ler örgüsünü anlatan bir terim olarak kullanılırken bâzılarınca "konsensus"un müterâdifi olarak da anlaşılan, ve "kendisine benzetmek" anlamını taşı­yan, bâzı yazarlar tarafından "benzeş­mek" şeklinde Türkçeleştirilen "asi­milasyon" kadar vuzuha kavuşmuş olmayan, tanım çerçevesi çok esnek ve bu sebeple neredeyse adetâ herke­sin kendisine göre anlamlandırdığı bir kavram. Buna binâen, entegrasyonun, potens olarak düşük şiddette olsa da - burada "şiddet" kelimesini "violence" anlamında değil de "magnitude" anla­mında kullandığımı vurgulamaya ge­rek görmekteyim - farklı etnik mensû­biyetlerden neş'et edecek gerginlik ve/ ya çatışmaları hâvî olduğunu bilerek yine de millî birlik ve bütünlük açısından çok faydalı olduğunu belitmeliyiz. Ama bunun tam olarak başarılabilmesi için Türkiye Cumhuriyeti'nin en­tegrasyon araçlarının güçlü olması lâ­zımdı. Bu da sanayi toplumunun inşâı ve nüfus harmanlanması ile mümkün olabilirdi. Burada nüfus harmanlan­ması, apayrı bir ehemmiyet taşımak­tadır; ülkenin muayyen bir bölgesin­de muayyen bir etnisitenin yoğunluk kazanması, onlarda zamanla, kendine yeterlilik hissi kazandırır ki bunun gi­deceği nokta eninde-sonuda ayrılıkçı­lıktır. İmdi, yukarıda millet olmanın vasıflarını tadât ederken, "hürriyet, istiklâl, kendine yeterlilik ve hüküm­ranlık" olmak üzere dört madde tesbit etmiştik; "kendine yeterlilik", bir baş­kasına yaslanmadan, kendi-kendisini yönetebilmek, kendi iktidârı ile ayak­ta durabilmek demektir ki, felsefî ola­rak tam ve hakikî anlamıyla Tanrı'ya mahsustur, O'nun tekelindedir; nite­kim, İslâm akaidinde Allah'ın yedi sıfatından birisi de budur: "Kıyam bi-nefsihî", yâni, kendine yeterlilik. Bu­na göre, etnik bir nüfusun muayyen bir bölgede ekseriyet oluşturacak şe­kilde kümelenmesi kendine yeterlilik hissini doğurur ve besler; bu durumda endüstrileşmek de ayrılıkçılık taleple­rini azaltmaz, arttırır bile hattâ; çün­ki, bahse konu bölge sınâîleştiği takdirde bir etnik burjuva ve etnik işçi sı­nıfları da doğacaktır ve modern milli­yetçilik ise, sınâîleşmiş cemiyetlerde bir ortasınıf ve daha da fazlasıyla bur­juva ideolojisidir. Eğitim de aynı bu­merang tesirini hâsıl eder, kezâ; mil­liyetçilik hareketlerinin dâimâ eğitim seviyeleri yüksek bir elit tabaka ara­sında başlayıp kitlevîleştiğini anlamak ve bu bumerang tesirinin gücünü test etmek için, sömürgelerdeki milliyetçi­lik hareketlerinin câhil avam tabakası eliyle değil, sömürgelerin açmış oldu­ğu mekteplerde okuyanlar tarafından başlatıldığına ve sonuç aldığına dikkat edilmesi yeterli olur sanırım.
 
İşbu nüfus harmanlanmasının en kötü ve şüphesiz gayri insânî şekli, el­bette sürgün ve benzeri metodlardır; bu metod nefret ve kin doğurmaktan ve bir de haklılık kazandırmaktan da­ha öteye bir netice hâsıl etmez. Binâ­enaleyh, etnik nüfus kümelenmesinin izâle edilmesi gerekirdi, yukarıda bah­settiğimiz hususlara dikkat ve riâyet ederek: Türkiye'nin sınâîleşmesi, iş-aş imkânlarının oluşturulması, göçün, karşılıklı olacak şekilde - sâdece Kürt­lerin Türk-yoğun bölgelere değil Türk­lerin de Kürt-yoğun bölgelere göçünün câzibeli hâle getirilmesi, Türk-Kürt evliliklerinin devlet tarafından destek­lenen sivil kuruluşlar vâsıtası ile - ama hakikî sivil, NGO ve benzeri câsus teşkilatları değil - daha da teşvik edil­mesi, etnik nüfusun yurt sathına iyice dağılması, entegrasyonu daha da de­rinleştirip kökleştirecek, etnik ateşin hararetini mâkul, tolere edilebilir bir seviyeye düşürecek, zamanla da, aglebî ihtimâl ile, günümüzde, bütün gü­cünü kaybeden komünistliğin bir nos­taljiye dönüşmesine benzer bir âkıbete mâruz bırakacaktır.
 
Leslie Lipson, Demokratik Uygarlık'da, etnik nüfusun muayyen bir böl­gede kesâfet kazanmasından bahse­derken, "...ulusal çapta azınlık olan bir grup, kendi bölgesi içinde bir ço­ğunluk oluşturabilir. Bu durumda, birbirlerine yakın olmaları ve belli bir alan üzerinde denetim kurmuş olma­ları, ayrılıkçı duygularını ve güçleri­ni artırabilir." demektedir. Fakat Lipson'un bu analizinde, beklediğim de­rinliği bulamadım. Ben biraz daha detaylandırmağa gayret ettim muhtelif yazılarımda; özeti şöyle: Bir ülkedeki belirli bir etnik nüfusun oranı, genel kabule göre, eğer yüzde 35'i geçiyor­sa, o ülke genellikle mozaik ülke ola­rak adlandırılır. Kaldı ki, Türkiye'deki dil ölçümleri, nüfusun yüzde doksanı­nın Türkçe'yi birinci dil olarak kabul ettiğini göstermektedir. Bu tartışma­ya devam etmek buranın konusu de­ğil; o sebeple kısa geçerek asıl söyle­mek istediğime geleyim. Yapmış oldu­ğum araştırmalar, şunu göstermekte­dir diyebilirim: Belirli bir etnik nüfus, şayet, toplam nüfusun yüzde onuna - ki bu yüzde on (%10) değerini "eşik değer" olarak tanımlıyorum - yaklaş­mış ya da geçmişse, bu, ciddî bir et­nik problemin en azından potansiyel olarak mevcudiyetinin göstergesidir; Türkiye'de Kürtlerin, Amerika'da İspaniklerin durumu gibi. İkinci ola­rak, bu nüfus ülkenin tamamına ho­mojene yakın bir şekilde dağılmış ol­mayıp, belirli bir alanda konsantre ol­muş ise risk bir kat daha artmış de­mektir; üçüncü olarak, bu konsantre olmuş bölge ülkenin daha rahat kont­rol edilebilen iç bölgelerinde veya düz ovalık bölgelerde değil de uç bölgele­rinde ve hele bir de dağlık bölgelerindeyse risk daha da büyümüştür; dör­düncü olarak, bu bölge tam da sınır­da ise risk daha da büyümüştür, be­şinci olarak, sınırın öte tarafında aynı etnitiseye dayanan bir devlet ya da bir devlet oluşumu var ise işler iyice çatallaşmıştır; altıncı olarak, bahse konu etnik grup, otantik ise hâkim unsura "işgalci" nazarıyla bakar ki bu da tarihî risk faktörüdür; yedinci olarak - bundan aşağısı Amerika'da olmayan faktörlerdir - bahse mevzû ülke, kü­resel büyük aktörlerin menfaatleri ica­bı tâkatten düşürülmesi, ufalanması gereken bir bölge olarak görülüyorsa risk artık zirveye tırmanıyor demektir; buna ilâveten, sekizinci olarak, o ül­ke, kendisini ufalamayı planlayan güç­lere karşı çıkacak güce sahip değil ve daha da kötüsü, onlarla lâubâlilik de­recesine varan kontrolden çıkmış, tâbi'-metbû münasebeti türünden iç-içe geçmiş, siyasî, iktisadî bağlar ile bağ­lanmış ve binâenaleyh, siyâsî iktidar­lar kadar askerlerin dahi O'ndan icâ­zet almadan kendi ülkelerinde politika geliştirmeleri muhâl mertebesine vâsıl olmuş ise, o ülkenin işi bitmiş demek­tir. Bu risk faktörleri daha da detaylı aslında, ama artık bitireyim: Nihâyet, dokuzuncu olarak, yüzbinlerce polis­ten, askerden, binlerce tanktan, top­tan, uçaktan oluşan muazzam bir asker-polis gücüne karşılık, çeyrek asırdır devam etnik bir isyân bastırılamıyor ise, o ülkeyi hiç kimse kurtaramaz kolay-kolay; çünkü siyasette kuraldır: Kılıç çeken kılıç ile düşürülemez ise, o kılıcı çekenle ergeç, ama mutlaka ma­saya oturulur.
 
İşte vazıyet kısaca budur ve zanne­derim artık ne demek istediğim vu­zuha kavuşmuş olsa gerektir: Türki­ye, bükemediği bileği öpmeye hazır­lanıyor!
 
That's it!
 
 
* Sayın Durmuş Hocaoğlu ile gerçek­leştirdiğimiz bu söyleşi 100. sayımızda, düzeltmelerin yetişmemesinden dolayı yer alamamıştır. Zaman zaman sayfa­dan uzanan bir elin boğazınızı sıktığı­nı hissederek okuduğunuzu düşündü­ğümüz bu uzun söyleşinin ne yapılma­sı gerektiğine dair derinlikli analizlere olan ihtiyacı daha da belirginleştirdiğine inanıyoruz.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 1,09 MB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim