ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Avrupa Birliği, Türkiye ve Türkler Üzerine Bir Yazı Mozayiki
Durmuş Hocaoğlu

2023-İkibinyirmiüç Dergisi / Sayı: 26, 15 Haziran 2003
Takdîm
 
2023'ün Haziran sayısı için benden yazı isteyen Sayın Ragıp Vural'ın bu talebine, Cezair depremi sonucunda internet iletişiminde vuku' bulan ârıza yüzünden çok geç muttalî olmam dolayısıyla imkânsızlık hâsıl olunca, Sayın Vural'ın yayınlanmış yazılarımı kabûl etmesi üzerine, daha önce AB konusunda yayınladığım yazılarımdan bir mozayik tertiplemeye karar verdim; bu potpuri bu şekilde ortaya çıktı. İlk defa denediğim için bilmiyordum; yayınlanmış yazılar arasından birbirini bütünleyen bir kompozisyon oluşturmak ne de zormuş. Ancak, yine de elimden geldiğince, anlamlı bir bütünlük oluşturmaya çalıştım: İlk önce kısa bir girizgâh ile başlayarak bir imtihan sorusu ile kapı açtım. İkinci yazı ile, AB'nin kuruluş sâiklerinden en önemlisini hulâsa etmeye çalıştım ["Yırtıcı Milliyetçilikler Çağında Avrupa'nın Birleşmesinin Sebebi: Avrupa'yı Avrupalıların Şerrinden Korumak"]. Tezime göre, Avrupa Birliği, Dış Tehdit çağı kapandığı için iç tesânüde fazla önem verilmeyen ve Milliyetçilikler çağı ile iyiden iyiye saldırganlaşarak biribirine düşen Avrupalılar'ı ve Avrupa'yı başkalarının değil bizzat Avrupalıların şerrinden korumanın yoludur; bu proje bu hedefine ulaşamazsa, yine Avrupalıların döktüğü kanda Avrupa'nın boğulmasını göreceğiz demektir. Üçüncü yazımda, ["AB Hakkında Kısa Bir Değerlendirme: "Avrupa Birliği; Avrupa Birleşik Devletleri ve Birleşik Devletler Avrupası""] kısaca, bir Avrupa Birleşik Devletleri idealine doğru yürüyen AB'yi tasvîr etmeye çalıştım; dördüncü yazımda ["Yüksek Dağlar Fırtınalı Olur!"] Biz Türkler'in kulağını bükmeye çalıştım ve şu soruyu sordum: "Bizler hangi volkanın ağzında oturduğumuzun ve hangi felâketin kucağına doğru gittiğimizin farkında mıyız acaba?". Beşinci yazımın konusu ["Kart-Kurt Teorisi"nin Evropâî Versiyonu: "Dağlı Avrupalılar"], Avrupalı efendileri tarafından kabûl edilmeye çalışan, omurgası ezilmişlerin psikolojisidir. Altıncı yazımda [""Avrupalı" Kimdir?"] bizim görgüsüz "Dağlı Avrupalılar"a inat, Avrupalılık kimliği konusuna eğildim. Yedinci yazım [""Avrupalı Olduk" Görgüsüzlüğüne Karşı Haysiyetli Bir Protesto"], adı gibi, gerçekten haysiyetli bir protestodur. Sekizinci yazım ise ["Varlığım Avrupa Birliği'nin Varlığına Armağan Olsun!]", hak ve hakîkat uğruna kendi milletine dahi kafa tutabilmeyi göze alan bir entellektüelin feryâdıdır.
 
 Takdîr ve yorum sayın okuyucularımındır.
 
 
Girizgâh
 
 
Fikrî temelleri ve arkaik kuluçka dönemi Roma'nın son yıllarına, beşinci asra kadar geriye giden "Avrupa Birliği" projesi, onyedi asırdan beri hep diri kalmış; Batı'nın İslâm-Türk ilerlemesi ile daraldığı ve sıkıştığı dönemde hayli güçlenmiş, fakat daha sonra gerek bu tehlikenin bertaraf edilmesi ile ve gerekse de Avrupa'da "Yırtıcı Milliyetçilikler Çağı"nın gelmesi ile zayıflamış ve nihâyet, kuvveden fiile çıkması, kendi felâhını diğerinin felâketinde arayan işbu Avrupâî milliyetçiliklerin saldırganlıklarının bir ürünü olan II. Dünya Harbi sonrasında, Avrupa'nın elit siyâset adamlarının, birbiri ile didişen Avrupalılar'ın ya hep birlikte batacaklarını ya da hep birlikte ayağa kalkacaklarını vâzıhan görmeleri netîcesinde, AB literatüründe "Kurucu Babalar" olarak anılan elit mütefekkirlerin ısrarla gösterdikleri noktaya gelerek, istemeyerek de olsa, hepten yok olmamak için kendi bağımsızlıklarından kademelerle vazgeçmeye rızâ göstererek tam bir siyâsî birlik oluşturmaya karar vermeleri ile başlayan ve Demir ve Çelik Birliği ile kapısı açılan ekonomik süreçlerden geçerek, nihâî durağında, Avrupa'nın, üye devletlerin bağımsız kimliklerini zaman içerisinde eriterek, Amerika Birleşik Devletleri modelli bir federal veya konfederal siyâsî bütünleşme ile bağımsız bir devlete, bir "Avrupa Birleşik Devletleri"ne dönüştürülmesi istikametinde tasarlanmış olan elitist bir siyâsî projedir.
 
 
 

I
 
Bir "Tarih Felsefesi" İmtihanı Sorusu
 
[2002 yılına âit bu imtihan sorusu bütün okuyucular için de geçerlidir]
 
 
Yukarıdan aşağıya yönelik olan her büyük elitist siyâsî organizasyon projesinin, geleceğini te'minât altına almak kastıyla yönelmiş olduğu hedeflerden birisi de projeye uygun bir "insan" (humanus) modeli geliştirmektir; projenin geleceği büyük ölçüde buna bağlıdır, öyle ki, eğer bu insan modelinin yetiştirilmesi başarısız olursa proje de başarısız olacaktır. Meselâ Cumhuriyetçi (Republicanist) teorinin yönelmiş olduğu hedef "Cumhuriyet İnsanı"dır (Homo Republicanus); Sovyet Komünizmi'nin yönelmiş olduğu hedefin de başarısızlıkla sonuçlanan "Sovyet İnsanı" (Homo Sovieticus) olması gibi.
 
Yukarıdan aşağıya yönelik olan büyük ve muhtemelen tarihin tanıdığı en kapsamlı elitist siyâsî organizasyon projesi olan ve "Avrupa Birleşik Devletleri" hedefine yönelmiş bulunan Avrupa Birliği'nin bu konudaki hedefi de, üye ülkelerin millî kimliklerini - millî devletlerin ve milletlerin teşekkül sürecinde aşîret ve benzeri primordial (ilksel) kimliklerin daha yüksek ve daha mütekâmil "millet" kimliğinin potasında eritilmesi gibi - zaman içerisinde bir alt-kimlik düzeyine indirgeyecek ve belirleyici tek kimlik olacak olan "Avrupalılık" kimliğinin çekirdeğini oluşturacak "Avrupa Adamı" (Homo Europeanus) projesidir. İlk defa filozof Edmund Husserl tarafından 1935'de tedâvüle sürülen [onun deyimiyle: "Europäischen Menschentums"] bu kavramın kuvveden fiile çıkıp-çıkmaması, Avrupa Birliği'nin geleceğini belirleyecek en temel hususlardan birisi olup, el'ân, hâlâ diriliğini önemli bir ölçüde koruyan milliyetçiliklere rağmen, hayli mühim bir mesâfenin kat' edilmiş olduğu da âşikârdır. Nitekim, tek bir örnek olmak üzere, İnternet'te sürekli olarak Avrupa kamuoyunun nabzını tutan "Eurobarometer" isimli sitedeki "Avrupalılar Kendilerini Nasıl Görüyorlar"(How the Europeans See Themselves?) başlıklı kapsamlı araştırma dosyasında detayları verilen sâha araştırmalarının sonuçlarından kısaca söz etmek dahi yeterli ipuçları verebilir. Bu sonuçlara göre, meselâ Avrupalılar'ın kendilerini (ortak) bir Avrupa'ya bağlanma ve "Avrupalı" kimliğinin millî kimliğe göre öncelenme oranını veren tablolar (s.12-13, tablo: 5-6) incelendiğinde, ülkeden ülkeye değişen ilginç bir farklılık grafiği göze çarpmaktadır. Bu grafiğe göre, büyük ülkelerden küçük ülkelere doğru gidildikçe "Avrupalılık" çok daha yüksek bir kabûl görmekte ve millî kimlik ikinci plana itilmektedir (en fazla Lüksemburg'da, en az İngiltere'de). Tabloların tefsîrinden çıkan en mühim netîce, Avrupalıların bu "geçiş dönemi"nde - kendisini Avrupalıİngiliz mi, yoksa hem Avrupalı hem İngiliz mi gördüğü ve öyle tanımladığı - şeklinde özetlenebilecek ve "düal kimlik" olarak da adlandırılabilecek bir "kimlik krizi" yaşamakta olduğunun ve fakat, sözünü etmiş olduğumuz Avrupalılık kimliği bilincinin de şimdiden belirli bir mesâfeyi kat' ederek yavaş-yavaş yerleşmeye başladığının görülmesidir.
 
İmdi: a: AB'nin yönelmiş olduğu ve Churchill'in 19 Eylül 1946 tarihinde Zürich Üniversitesi açılışı konuşmasında açıkça zikrederek hedef gösterdiği - ve yine onun ifâdesiyle, resmî adı ne olursa olsun, gerçek mâhiyeti - Amerikan modelli bir federal "Avrupa Birleşik Devletleri" olacak olan Avrupa Birliği bu hâle göre, Haldûncu teori açısından asabiyesiz kurulan bir devlet projesi midir? Tartışınız, irdeleyiniz. b: Veya, önce "Sebep Asabiyesi" üzerine kurulup bunu, "Invers-Haldunist" (Ters-Halduncu) bir süreçle "Neseb Asabiyesi"ne ve ona dayalı bir "Hiper Ulus-Devlet"e dönüştürmeyi planlayan bir proje midir? c: Kendi yorumunuzu katarak, böyle bir projenin tam bir başarı ihtimâlini irdeleyiniz.
 
 
II
 
Yırtıcı Milliyetçilikler Çağında Avrupa'nın Birleşmesinin Sebebi: Avrupa'yı Avrupalıların Şerrinden Korumak
 
["FransAlmanya" başlıklı yazım., Aksiyon., Yıl: 8, Sayı: 426., 03.02.2003-09.02.2003., s.38-39., Not: Yazı, basılı metinde editör tarafından değiştirilmiş şekliyle "Fransalmanya Masalı" şeklinde yayınlanmıştır]
 
 
Geçtiğimiz haftalarda (22 Ocak 2003, Çarşamba), AB'den gelen mühim bir haber, muvakkat bir müddet nisbî bir alâkaya mazhar olduktan sonra günün daha sıcak gündemleri arasında fazla ömürlü olamadan alt sıralara inerek gözden kayboldu. Fransa ve Almanya arasında "FransAlmanya" şeklinde ortak bir devlet yapılanmasına doğru giden bir birleşmeden söz eden bu haberde, her iki ülke arasındaki ezelî düşmanlığı sona erdiren ve 1963 yılında De Gaulle ve Adenauer tarafından imzalanmış olan Élysée Anlaşması'nın 40. yıldönümü kutlama törenleri vesîlesiyle bir araya gelen Jacque Chirac ve Gerhard Schröder'in, bir Fransız-Alman ittifakı üzerinde anlaştıklarını ve Avrupa'nın birbiri ile en fazla çatışması ve en fazla geçimsizlik çıkarması ile tanınmış olan bu iki milletinin arasındaki husûmetin nasıl bir dostluğa inkılab ettiğinin bir göstergesi olmak üzere, Alman Parlamentosu üyelerinin tam kadro Fransız Meclisi'nde toplandığını ve ertesi gün de Fransız Parlamentosu'nun aynı şekilde Berlin'de toplanacağını bildiriyor ve bu konuda alınan kararları da şu şekilde açıklıyordu: 1: İki ülke bakanlar kurulu belirli aralıklarla birlikte toplanacak; 2: Her iki ülkedeki bakanlıklarda karşılıklı olarak birer yetkili bulundurulacak; 3: İşbirliğini güçlendirmek için karşılıklı olarak baş müsteşar atanacak; 4: Daha yakın askerî işbirliği sağlanacak; 5: İleride, iki ülke vatandaşlarına çifte yurttaşlık hakkı tanınacak ve ortak pasaport verilecek; 6: İki ülkenin medenî kanunları uyumlu hâle getirilecek; 7: 22 Ocak, her iki ülkede "Fransa ve Almanya günü" olarak kutlanacak.
 
İki ülke arasındaki bu yakınlaşma, hassaten Türkiye'nin içine girip bir üyesi olmak için yoğun faaliyetlerin sürdürüldüğü şu günlerde Avrupa Birliği'nin geleceğini de belirleyici bir nitelik taşımaktadır. Zîra, Fransa ve Almanya hem Avrupa ve hem de Avrupa Birliği için son derece kritik önem taşıyan iki ülke konumundadırlar. Onların aralarındaki her mesele hem Avrupa'yı ve hem de Avrupa Birliği'ni çok derinden etkilemekte olduğu için bu federasyon denemesi de hayli büyük bir ehemmiyet taşıyacaktır.
 
***
 
Avrupalılar açısından Avrupa'nın varlığını, gücünü, kültür ve medeniyetini ve geleceğini tehdit eden çok önemli iki kaynak vardır ki bunların birincisi hâricî ve ikincisi de dâhilîdir. Hâricî tehdit kaynağı, ilk olarak Avrupalılar'ın asla kendilerinden saymadıkları Müslümanlardır; ilkin Araplar ve ikincileyin de bilhassa Türkler eliyle Avrupa'ya gelen İslâm'ın Avrupa'da bırakmış olduğu en başat kalıcı iz, Avrupalılar'a kendilerini tanımlamaları, kimliklerini oluşturmaları husûsunda oynamış bulundukları "öteki" - Avrupa'nın entellektüel prenslerinden Denis de Rougemont'un ifâdesiyle "öcü" (bogeyman) - rolü üstlenmek olmuştur. İkinci hâricî tehdit ve tehlike ise, birincisinin tarihte kalmış olmasına mukabil, hâlâ aktüel olan ve Hristiyan olmalarına karşılık tam anlamıyla Avrupalı olarak kabûl edilmeyen Ruslardır.
 
Avrupa için dâhilî ve en büyük tehlike kaynağı ise, bizzat Avrupalıların kendileridir: Literatürde "Avrupa İç Harpleri" (European Civil Wars) olarak da anılan Avrupalılar arasındaki çatışmalar bir yandan Kıt'ayı tahrip ederken diğer yandan da onu tâkatten düşürdüğü için dış tehdit kaynakları karşısında zayıf bırakmak sûretiyle daha da büyük fâcialara yol açmıştır. Bilhassa Türk gücünün zayıfladığı 18nci asırdan sonra daha da ehemmiyet kazanan ve dünyanın kolonyal paylaşımı mücâdelesi ile daha da büyüyen bu çatışmaların en büyükleri hiç kuşkusuz Almanlar ile Fransızlar arasında meydana gelenlerdir. Esâsen bütün tarih boyunca birbirleriyle sürekli güç yarıştırması ve çatışma içerisinde olmuş olan Fransızlar ile Almanlar arasında modern zamanların en önemli çatışmalarının ilki, Fransa'nın Avusturya ve Prusya'yı 1792'deki işgali olup Fichte'nin meşhur "Alman Milletine Nutukları"nı yazmasına ve Alman milliyetçiliğini tetiklemesine sebep olmuştur. Bundan sonraki en önemli çatışmalar ise, 1870-71 Harbi, 1914-1918 I. Dünya Harbi, 1923-1924 Ruhr İşgali ve nihâyet 1939-1945 II. Dünya Harbi olup hepsi de son derece yıkıcı sonuçlar hâsıl etmiş ve Batı entellektüelleri, siyâsetçileri ve kamuoyunda Avrupa'nın geleceğini tehdit eden en büyük "Avrupa-İçi İhtilâf" olarak görülmüş ve zamanla, Avrupa siyâsetine, iktisâdî, askerî gücüne, kültür ve medeniyetine en büyük darbenin bu iki milletin arasındaki çatışmalardan geldiği ve geleceği şeklinde bir fikir, haklı olarak, git-gide kuvvetli bir şekilde yayılmıştır. Nitekim, Victor Hugo'nun, kökenleri beşinci yüzıla kadar inen "Birleşik Avrupa" idealini ilk defa 1851'de tedâvüle sürdüğü "Avrupa Birleşik Devletleri" kavramı ile yeni bir mecrâya sokmasının üzerinden çok geçmeden, Charles Sumner, 1871 Harbi'nin sâdece bu iki ülkeye değil topyekûn Avrupa'ya çıkarmış olduğu ağır fatura üzerine, aynı yıl kaleme aldığı Medeniyete Olan Dersleriyle Birlikte Almanya ve Fransa Arasındaki Düello (The Duel Between France and Germany, With Its Lesson To Civilization) isimli eserinde aynı kıt'anın bu iki geçimsiz çocuğunun çarpışmalarının medeniyet (Batı medeniyeti) için çok ağır sonuçlar hâsıl ettiğini vurgulayarak, bu çatışmanın önlememesinin Avrupa'nın ufkunu kararttığını belirtmekte ve bunun da ancak bir Avrupa Birleşik Devletleri projesinin hayâta geçirilmesi ile kaabil olacağını, bu sûretle "âzad edilmiş bir Avrupa" kurulacağını ve bunun da yalnızca herkes için Cumhuriyet değil, fakat herkes için Barış demek olacağını yazmıştı [p.73]. Sonraki gelişmeler Sumner'ı haklı çıkarmıştı; yirminci asrın ilk yarısında, Avrupalı milletlerin birbiri üzerine kesin hâkimiyet kurma gayesine mâtûfen ardarda patlayan iki büyük harp Avrupa'yı bitme noktasına kadar getirdi; dünyanın merkezi sayılan bu kıt'a işgal edildi, gücünü ve prestijini kaybetti.
 
Vazıyet artık tavazzuh etmişti: Avrupalılar, Roma'nın bırakmış olduğu Bütüncül Avrupa mîrasını ve Hristiyan Birliği idealini çiğnemektedirler; aynı dinin, aynı medeniyet ve kültürün, aynı kıt'anın çocukları olan Avrupalılar'ın birbirleriyle olan çatışmaları hiç de müsbet sonuçlar vermemiş ve - daha sonraları Churchill'in kullanacağı ifâdeyle - "Hristiyan ahlâkının ve Hristiyan îmânının çeşmesi, antik ve modern bütün bilim ve felsefelerin menbâı olan bu asîl kıt'a" maddî ve mânevî kaynaklarını heder etmiş, hırpalanmış, yorgun düşmüştür. Yapılacak tek şey "Avrupalılar arası iç savaş" demek olan bu çatışmaların sona erdirilmesi, Abbé de Saint-Pierre ve Immanuel Kant'ın felsefî olarak temellendirdiği "Ebedî Barış"ın ve "Bütüncül Avrupa"nın te'sîsidir. Şu hâlde işe, önce Fransa ve Almanya ile başlamak gerektir; zîra bu ikisinin arasındaki ihtilâflar giderilip, husûmetler kalıcı bir partnerliğe dönüştürülemeyecek olursa hiç bir teşebbüs fayda vermeyecektir.
 
Almanya ile Fransa arasında bitmek-tükenmek bilmez çatışmalara sebep olan kin ve adâvetin ortadan kaldırılmasının şart olduğunu, Avrupa Birliği'nin fitilini ateşlediği 17 Eylül 1946 tarihli Zürih konuşmasında, "resmî adı ne olursa olsun, bir nevi' Avrupa Birleşik Devletleri binâ etmek mecbûriyetindeyiz" diyevâzıhan manifeste eden W. Churchill de "Avrupa âilesinin yeniden yaratılmasındaki ilk adım, Fransa ve Almanya arasında bir ortaklık (partnerlik) te'sîs etmektir" diye  vurgulayarak dile getirmiştir. Yukarıda andığımız Élysée Anlaşması da, AB'nin temellerinin fiilen atıldığı 1946 tarihinden 17 yıl sonra ezelî düşmanlığı kalıcı ve bir ebedî dostluğa tahvîl etme maksadına yöneliktir./....
 
 
 
III
 
AB Hakkında Kısa Bir Değerlendirme: "Avrupa Birliği;
Avrupa Birleşik Devletleri ve Birleşik Devletler Avrupası"
 
[Zaman., 14 Nisan 2002, Pazar., s.12]
 
 
Öncelikle, AB ve geleceği hakkındaki en genel ve kapsayıcı iki terimden söz etmeliyim: "Avrupa Birleşik Devletleri" (ABD; United States of Europe: USE) ve "Birleşik Devletler Avrupası" (BDA; United Europe of States: UES). BDA'cılar, AB'nin nihâî safhasının, ulus-devletlerden oluşmuş siyâsî bir birlik olması gerektiği fikrini müdâfaa ederken, ABD'ciler ise, tam aksine, AB'nin, hâl-i hâzırda mevcut olan ulus-devletleri potasında eritecek olan çok daha geniş çaplı ve çok daha kapsamlı bir siyasî birlik, bir "uluslar-üstü devlet" olması gerektiği fikrindedirler. J. Chirac tarafından ortaya atılan "BDA" tezi, tarihî olarak ikincisine göre daha gençtir ve esas olarak da, ikinci tezi daha ısrarla müdâfaa eden Almanya'ya karşı geliştirilmiş tepkici (reaktif) bir tezdir. ABD tezi ise, hem tarihî derinliği ve hem de felsefî altyapısı bakımından birincisine göre çok daha bâriz üstünlüklere sâhip olduğu gibi AB'nin gelişme süreci bakımından da daha baskın bir konumda olan bir aktif tezdir. Esâsen, AB'yi yaratan da bu tezdir. Temelleri çok eskilere kadar uzanan; Hristiyanlık, Eski Yunan ve Roma gelenekleri ve mîrâsı olarak özetlenebilecek üç ana unsur üzerine müesses "Ortak Avrupalılık Değerleri ve Kimliği" üzerine binâ edilmesi düşünülen "Avrupa Birliği İdeali", bin yıldan eski bir zamandan beri diri tutulan ve tümenler mesâbesindeki düşünürün adetâ nakış-nakış işlediği son derece sofistike bir fikirdir ve özeti şudur:
 
Bu kıt'a - Churchill'in ifâdesiyle, "Hristiyan ahlâkının ve Hristiyan îmânının çeşmesi olan asîl kıt'a" - evlâtları arasında asırlarca süren ve bilhassa Ulus-Devletler çağında daha da şiddetlenen ve hemen hemen hiçbirisinin de diğerine karşı tam bir başarı kazanamadığı yıpratıcı harplerle maddî ve mânevî kaynaklarını heder etmiş ve hassaten II. Harp'ten sonra adetâ acınacak bir sefâlete dûçâr olmuş, prestiji yok olma raddelerine gelmiştir. Kıt'anın bu bölünmüşlük durumu devam ettiği müddetçe vazıyetin daha iyiye gitmesi mümkün değildir: Hiçbir Avrupa devleti, Eski'yi tek başına geri getiremez. Avrupa'nın Roma gibi münkarîz olmaması ve kırılan gücünün, kaybolan haşmetinin ve çiğnenen onurunun ihyâ edilebilmesi gibi en büyük mes'elenin nasıl halledileceği üzerinde ayrıca düşünmeye hâcet yoktur: Yukarıda zikrettiğimiz Avrupa'nın aksakallılarının yazıp-çizdikleri önümüzdedir; buna göre, tek çâre, her bakımdan kompakt bir hâle gelmiş, "büyük ve birleşik bir Avrupa" inşâ etmektir.
 
Bütün bu saydıklarımızın salt mücerret zihnî egzersizler olmaktan çıkarak müşahhas bir siyâsî projeye dönüşmesi de Churchill'in 1946'daki meşhur Zürih konuşmasında açıkça "bir nevi' Avrupa Birleşik Devletleri kurmak mecbûriyetindeyiz" dediği ve Amerikan modelli bir federalist yapıyı öngördüğü tarihî konuşması ile start almış; bundan sâdece üç ay sonra kurulan ve faaliyete geçen "Avrupalı Federalister"in teşebbüsleri ile devam etmiş; Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile başlayan ekonomik birliktelik ile kuvveden fiile dönüşmeye başlayarak, Ortak-Pazar, Avrupa Topluluğu (AT), Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) gibi ara safhalardan geçerek, nihâyet 1 Kasım 1993'de Topluluk, ismini "AB"ye tahvîl etmiştir.
 
Bu durumda, AB'nin ilerleyecek süreçte, bir ortak savunma veya ticâret paktı gibi, üye ülkelerin bağımsızlıklarını koruyarak katılabileceği "milletler-arası" (inter-national) bir kuruluş değil; gerçek anlamda yeni ve farklı bir "devlet"e, bir "milletler-üstü (supra-national) devlet"e, bâzılarının kullandığı terimle bir "süper devlet"e, bir federal devletler topluluğuna dönüşeceğini anlamak zor olmadığı gibi ne bir sırdır, ne de şahsî bir yorum. Bu konu, burada sayamayacağımız ve adetâ sonsuz denecek kadar bol miktarda akademik yayınlarda, siyâsî beyânat ve konuşmalarda, tartışmalarda zâten çok net ve berrak bir şekilde ifâde edilmektedir. Tabiatiyle, tarihte bir örneği bulunmayan bu yeni devlet tasarımının üzerine oturtulacağı toplumun kimliği de ihmâl edilmiş değildir: "Avrupalılık". Bu durumda, AB, nihâî safhasında, tasfiye edilecek "eski ulus-devletler"in yerine, çapı-çeperi çok genişlemiş yeni bir ulus-devlet, bir "hiper ulus-devlet" (hyper nation-state) şeklini alacaktır.
 
İmdi; görülmekte olduğu gibi, asıl Avrupa Birliği projesi, BDA değil ABD olmaktadır ve esâsen hâl-i hâzırdaki gelişmeler de, diğer tezin aksine, bu yöndedir. Filhakîka, BDA'cıların fikir ve beyanlarına dikkat edilecek olursa, aksi iddalarına rağmen, savundukları fikirlerin detaylarının ve dahi pratik tatbîkatın ve gelişen sürecin kendilerini tekzîb ettiği görülebilir. Çok kısaca söylendikte, AB'deki gelişmeler, her adımda, üye ulus-devletlerin bağımsızlık niteliklerini kemirmekte, AB'yi ulus-devletler üstü bir konuma doğru tırmandırmaktadır.
 
Nitekim: AB'nin artık bir "başşehri", bir "parlamentosu", bir "bayrağı", bir "parası", bir "ordusu", dünyanın diğer ülkelerinde "büyükelçi" sıfatı taşıyan temsilcileri vardır. Şimdiye kadar, bağımsız devletlerden oluşan hiçbir uluslararası kuruluşta bulunmayan bütün bu müesseseler ancak bir tek şeye delâlet etmekte olabilir: Bağımsız bir devlete! İşte gerçek AB budur: Bağımsız ulus-devletleri potasında eriterek ortaya çıkacak olan yeni bir devlet: "Avrupa Birleşik Devletleri". Bu da, AB'nin BDA değil ABD doğrultusunda geliştiğinin en açık kanıtlarından birisidir. Kaldı ki, bu müstakbel "supra nasyonal" süper devletin bütün oluşum safahâtında, BDA'cıların payı en az ötekiler kadardır; hattâ Para Birliği'ni en yüksek harâretle destekleyen de, DM'nin nüfûzunu kırabilmek gibi bir fikirden yola çıkan ve fakat kendi fikrine zarar veren Chirac'ın kendisidir.
 
İmdi; böylesi bir supra nasyonal, hiper ulus-devlet bünyesine katılan ve katılmak isteyen, bugün parasını ortak-para (Euro) ile değiştiren her devlet; yârınlarda bayrağını ve diğer bütün bağımsızlık sembol ve kurumlarını da zaman içerisinde tasfiye edeceğini, "bağımsızlık" gibi bir lüksü terketmek zorunda kalacağını çok iyi bilmektedir; bilmelidir de.
 
Ama bütün bunları herkesten daha iyi bilmesi ve anlaması gereken, Türkiye'dir. Çünkü, AB üyesi her ülke gibi, bir AB üyesi olacak olan Türkiye de bağımsız bir devlet olarak varlığını bitirmek, kendi kendisini tasfiye etmek mecbûriyetinde kalacaktır.
 
***
 
Diğerlerine bir sözüm yok ve olamaz; ama hâlâ "bağımsızlık"ın değerine inananlar varsa onlara ve bizzat Devlet eliyle Devlet'i tasfiye eden Devlet Yönetimi'ne duyurulur!
     
 
 
 
IV
 
"Yüksek Dağlar Fırtınalı Olur!"
 
[Aksiyon., Yıl: 7., Sayı: 336; Tarih: 12.05.2001-18.05.2001., s. 29]
 
 
"Yüksek dağlar fırtınalı olur!". Böyle der, tarihî tecrübenin sağlam bir mahsûlü olan bir Türk atasözü. Bir yandan Türkler çok fırtınalı bir millet; diğer yandan Türkiye ise coğrafyası, tarihî mîrâsı ve misyonu ile yüksek bir dağ, hem de çok yüksek; bu yüzden de fırtınalı, çok fırtınalı. Bu kadar fırtınalı ve muhâtaralı bir coğrafyada mukîm, bu kadar ağır bir tarihî mîrâsı ve bu kadar ağır bir tarihî misyonu, istese de istemese, sevse de sevmese de hâmil, sırtında taşımaya mahkûm olan bir ülkenin, dâimâ son derece kavî ve ganî, son derece müteyakkız, hep birinci dereceden kırmızı alarm durumunda bulunması gayr-i kaabil-i içtinab bir zarûrettir, hattâ bir mecbûriyet ve hattâ bir mahkûmiyet. Türkiye, bu sıfatlarla muttasîf olmaya mahkûmdur; başka türlüsü bir tasavvur olarak dahi imkânsızdır; bu O'nun isteği, arzusu, irâdesi ve tercîhi hâricindedir. Zira, bulunduğu Yüksek Dağ, başka türlüsünü kabul etmez, edemez, edebilemez; aksi, izmihlâldir. Evet; bir tek kelime ile: İzmihlâl!
 
Kabul edilmelidir ki, Biz Türkler herhangi bir millet değiliz; tarihte çok işler yaptık; çok kişilerle çok kavgalarımız oldu; çok didiştik, çok dalaştık, çok boğuştuk. Her büyük millet gibi, dostumuz az, düşmanımız çoktur. Bu sebepledir ki, her büyük millet gibi, dâima "büyük" olmaya mahkûmuz; hele bu coğrafyada; aksi izmihlâldir; bir tek kelime ile: İzmihlâl!
 
Bir entellektüelin en başta gelen vazîfesi, dürüstlüktür; o sebeple de, "artık düşmanlık devri kapandı" kabîlinden piyasa malı naylon entellektüel aforizmalarına kulak asmadan, açık ve seçik, dobra-dobra konuşmak gerektir: Düşmanlıklar devri kapanmamıştır, hiç bir zaman da kapanmaz ve kapanmayacaktır. Tarihte asla kapanmayan, asla kapatılmayan, asla kapatılmayacak olan "dosyalar" vardır; bunlar büyük milletlerin büyük kavgalarının dosyalarıdır. Biz Türkler, bu dosyanın en büyüğünü, en hacimlisini, en kalınını da bu coğrafyada açtık; Anadolu denen bu fırtınalı yüksek dağda.
 
***
 
Bu coğrafya yüksek bir dağ, çok yüksek ve çok fırtınalı. Unutanlara hâtırlatalım: Antik dönemleri hiç hesaba katmadan, sâdece son ikibin yılda, bu belâlı coğrafya - neredeyse sayısız denecek kadar mebzûl miktarda küçük devletler ve devletçikler dışında - tam dört adet cihan imparatorluğunun başını yemiştir: Roma (Büyük Roma), Doğu-Roma (Bizans), Selçuklu ve dahi Osmanlı; "Devlet-i Ebed Müddet Osmanlı".
 
İmdi:
 
Ey Türk Milleti, ey bu ülkenin vatandaşları, ey Türkiye Cumhuriyeti'nin zimamdarları!
 
Siz, hangi dehşetli yanardağın volkan ağzının tam üstünde oturduğunuzun farkında mısınız? İlkokuldan başlayarak bütün tahsil hayatınız süresince mecbûren okuduğunuz Tarih'i bu defa tekrar ve tekrar okuyunuz; birtakım hâdiselerin anlamsız bir kronolojik yığını olarak değil, bir ibretler kitabı, bir ahlâk kitabı olduğunu kabul ederek ve anlayarak, anlamak isteyerek, rûhuna nüfûz ederek okuyunuz. Tâ Platon'dan başlayarak Tarih üzerine derinlikli düşünceler ileri süren mütebahhir filozofları olanca ciddiyetinizle ve kemâl-i dikkatle okuyunuz; bilhassa İbn-i Haldûn'u. Hayır! Sâdece okumak yetmez; İslâm dünyasının bu son büyük filozofunun dizinin dibine çökünüz ve nasıl dehşet verici şeyler söylediğini can kulağı ile dinleyiniz. Dinleyiniz ve âkıbetinizi görünüz. Dinleyiniz; Haldûn, altıyüz öncesinin bu Berberî İslâm düşünce devi, sizlere konuşuyor ve istikbâlinizi söylüyor.
 
Okuyunuz, dinleyiniz ve düşününüz; Âlemlerin Rabbinin, omuzlarımızın üstünde taşıdığımız bu başı ve onun içindeki beyni ne için ihsan buyurduğunu; niçin Mukaddes Kitab'da sekizyüz defadan ziyâde "düşünmeyi, tefekkürü, tezekkürü, akletmeyi" emir ve tavsiye buyurduğunu tefekkür ve tezekkür ederek o başın ve o beynin ve onları veren Yerin ve Göğün Sâhibi'nin hakkını veriniz; ibâdet eder gibi, okuyunuz, dinleyiniz ve düşününüz.
 
Tefekkür ve tezekkür ediniz ve sâdece Osmanlı coğrafyasında bugün müesses devlet adedinin kırkı bulduğunu aklınızın bir tarafına not düşerek; her birisi Türkiye Cumhuriyeti gibi düzinelerce devleti kaplayacak vâsî arâzîlerinde, muhtelif ve muhtelit ırkları, halkları, dilleri, dinleri yönetmiş; her birisi en az birkaç düzine Türkiye Cumhuriyeti'ne bedel olan; bakışları, duruşları, nefes alışları dahi dünyayı velveleye vermeye kifâyet eden, hem derin bir saygı ve gıpta ve hem de korku ve husûmet kaynağı olan bu cihan devletlerine kalmayan, onlara yâr olmayan, onları yutan ve tarihe gömen Tarih'in, bu fırtınalı yüksek dağın, üstündekileri dibe çeken bir bataklık gibi olan bu coğrafyanın ebediyyen ve de hele bu kafa ile, bu hâl ve gidiş ile, size mi kalacağı, size mi yâr olacağı; o devlerin taşkın adaleli omuzlarını çökerten ağır yükün sizin sıska vücûdunuzu ne hâllere dûçâr edeceği suâline çok iyi bir cevap hazırlayınız. Cevabınızı şimdiden sıkıca temrin ediniz; zira Kıyâmet günü amel olmaz ve dahi, Belâ gelince ammeten gelir. Evet; düpedüz "belâ"dan söz ediyorum: Yapılması lâzım gelen yapılmazsa Belâ şart olur. Kant'ı bir kere daha hâtırlayalım: "Yapılması lâzım gelen yapılmazsa", der Kant, "o zaman Tabiat - burada "tabiat" kelimesinin dar anlamına takılmayınız ve onu 'Kavaanîn-i İlâhî' diye okuyunuz - kendisi müdâhale ederek îcâb edeni bizzat îfâ eder; ancak, ekseriyetle, bunu yaparken hoşumuza gitmeyen metodlar kullanır." İşte, Kant'ın sözünü ettiği işbu "hoşa gitmeyen metodlar"ın tümüne birden "belâ" tesmiye olunur.
 
Belâ bir cemiyete gelince o cemiyeti bir "bütün" olarak kabûl eder ve kırk günlük bebek ile doksanlık dede de dâhil, kimsenin gözünün yaşına bakmaz; kimsenin feryâdını duymaz, hiçbir fîgan O'na kadar ulaşmaz; hepsini birden ayaklarının altına alır, hepsini birden çiğner, hepsinin birden canını yakar; kâffeten ezer ve Tarih'in çöp sepetine atar.  
 
Tarih'in hiç kimseye özel bir imtiyaz tanımadığını, hiç kimseyi kayırmadığını anlayabilmek husûsunda îcâb eden basîret, ferâset ve zekâyı ve mûcibince amel edebilme ahlâk ve cesâretini ne zaman göstereceksiniz; ne zaman göstermeyi düşünmektesiniz? Daha doğrusu, böyle şeyleri düşünmeyi ne zaman düşünmektesiniz!
 
***
 
Ey bu ülkenin yöneticileri; size gelince: Bakınız, hep birden bir araya gelseniz tozunu bile yakalayamayacağınız Sezar, gerçek Sezar, yâni Jullius Gallius Ceasar için Shakeaspeare Hamlet'te ne diyor; bakınız da ibret alınız:
 
"Büyük Sezar öldü, çamura inkılab etti. O çamur bugün güney rüzgârlarına karşı bir duvarın deliğini kapatıyor. Vaktiyle cihanı titreten bir kahraman, bugün âdi bir duvarı rüzgâra ve kara karşı koruyor."
 
 
V
 
"Kart-Kurt Teorisi"nin Evropâî Versiyonu: "Dağlı Avrupalılar"
 
[Aksiyon., Yıl: 7., Sayı: 338; Tarih: 6.05.2001-01.06.2001s. 23]
 
 
Türkiye'nin içinde bulunduğu kriz ortamı, kanâatimce, esas olarak, ne ekonomiktir ve ne de hattâ siyâsî; hepsinden daha fazla ve hepsinden daha ağır ve daha vahîm olmak üzere, "psikolojik"tir. Mağlûp bir medeniyetin mağlûp çocukları olmanın dayanılmaz ruh çöküntüsü durdurulamaz bir şekilde büyüyerek, iliklerimize kadar işleme temâyülü gösteriyor; kendimize olan güvenimizi git-gide kaybediyoruz. Bu bozuk içtimâî ruh ıklîminde her şey birbirine karışıyor; doğruyu ve yanlışı tefrîk edebilmek bir yana, kendi elimizle kendi haysiyetimizi de pazara çıkarıyoruz.
 
Beri yandan, en büyük üzüntü kaynaklarından birisi de İnteligantsiya'nın hâl-i pür-melâli! İnteligentsiya, bu "para-psikolojik" içtimâî ortamda en yüksek bir mukavemeti arzetmesi gerektiği hâlde, çok hâllerde, maalesef ve maatteessüf, Halk kadar dahi metânetli ve vekarlı bir duruş gösteremiyor. Nitekim, hemen-hemen tamâmı, havlu atmış vazıyette; "Avrupa Birliği"nin kapısına yüz sürmek ve arz-ı ubûdiyette bulunmak konusunda yarış hâlindeler; pek müstesnâ birkaçı hâriç, hemen-hemen tamâmı! Teslîmiyetçilik, hemen-hemen hepsini esir almış vazıyyette; bir zamanların "tam bağımsız Türkiyeci" sosyalistlerinden, "herşey Türk için, Türke göre Türk tarafından" sloganı ile yeri-göğü inleten keskin siyâsî milliyetçilere varıncaya dek hemen-hemen hepsini!... Fakat, Avrupa'ya arz-ı ubûdiyette bulunmak konusunda bir zamanlar "İslâmcı" nâmıyla mârûf olanlarla pek az kişinin yarışmayı göze alabileceği kanaâtindeyim. Ne hazîn; bu beylerin bugünkü vazıyetlerine baktığımda, çok hüzünlendiğimi ve eski hülyalı romantizmlerini aradığımı îtiraf etmeliyim. Veyl olsun!
 
Elbette, her kişi gibi entellektüellerin de fikir ve kanâatlerinde tahavvülât, tebeddülât, tağayyürât ve takallübât olmasında prensipler düzeyinde şaşılacak ve reddedilecek birşeyler olamaz; ama, kendisiyle hesaplaşmak, yaptıklarının hesabını vermek, yâni, bu radikal değişikliklerini iç ve dış tutarlılığı olan bir çerçevede açıklamak kayıt ve şartıyla! Entellektüel olan ve olmayan arasındaki en temelli fark, budur.
 
İmdi: Bu hesap mutlaka verilmelidir; niçin bir vakitler "Demonkrasi" (Demon-Krasos: Şeytan Yönetimi) diye alay edilen Demokrasi'nin (Demos-Krasos: Halk Yönetimi) değerinin nasıl olup da ânîden birkaç yıl içinde keşfedildiğinin olduğu gibi; niçin bir vakitler "Hristiyan Klübü" diye cephe alınan Batı'nın, "Hürriyetin Anavatanı" olduğunun da ânîden keşfedildiğinin kemâl-i ciddiyetle açıklanması şarttır! Aksi takdirde, bu hesabı vermeyenlerin sâdece konjonktürlere göre fikir geliştirdikleri ve binâenaleyh güvenilemez oldukları; ve dahi binnetîce, yârın hangi konjonktürde ne gibi tahavvülâta uğramış olarak karşımıza çıkıp ne gibi yeni türküler söyleyecekleri konusunda îtimâd telkîn etmeyecekleri düşünülecektir, düşünülmelidir de. Böyle bir intelijansiya, gerçek bir intelijansya olamaz. 
 
***
 
Bu cümleden olmak üzere, günümüzde - eski mi desem? - İslâmcı İntelijansiya tarafından çok yanlış şeylerin ileri sürüldüğüne şâhit olmaktayız ki birer fikrî müstehcenlik olan bu iddiaların hemen-hemen hepsinin dönüp-dolaşıp aynı yere vardığını söyleyebiliriz: "Kutsal Avrupa Birliği"ne girebilmek için meşrûiyet senetleri yaratmak. Bu maksatla başvurulan yollardan birisi ise, inanılacak gibi değil ama, "bizim" de aslında "Avrupalı" olduğumuzu (gûya) isbâta mâtûf komik bile olamayan tezler geliştirmek. Bir kere daha veyl olsun!
 
***
 
Şimdi ânîden keşfediverilen Avrupalılığımızı (?), Avrupalılık kimliğimizi isbat etmeye yönelmiş bu fikirler manzûmesi, özü îtibâriyle, "Kart-Kurt Teorisi" diye alaya alınan ve Kürtler'in köken olarak Türk olduğunu iddia eden teorinin çok kötü, çok banal, çok ciddiyetsiz ve çok sâde suya tirit yeni bir versiyonunu kurmak demektir; ama tersinden! Çünkü, aslında bâzı bakımlardan hiç de alaya alındığı gibi zayıf olmayıp, teorik olarak belirli bir sağlamlığının bulunduğu söylenebilecek olan ve bugüne kadar da teknik düzeyde pek fazla hırpalanamayan "Kart-Kurt Teorisi"nin orijinali bir Türk îcâdıdır ve fakat onu îcad eden Türklerin birkısmından başka taraftarı da olmamış olan - şahsen yönelmiş olduğu pratik gayesi yüzünden asla îtibâr etmediğim gibi çok da itici bulduğumu söyleyebileceğim - bu teoriye, asıl hedef kitle olan Kürtlerden hiçbir taraftar çıkmamış; Teori, (birkısım) Türk'ten (yine birkısım) Türk'e müteveccîh saçma, komik ve başarısız bir propapaganda enstrümanı olmaktan ileriye gidememiştir. Lâkin, şimdi iyiden iyiye taraftar bulmaya başladığı gözlenen işbu nevzuhûr "Evropâî Kart-Kurt Teorisi"nde roller tam tersine dönmüş bulunmaktadır: Evropaî Kart-Kurt Teorisi, Türkler'i Avrupa'ya ısındırmak gayesine matûf olarak Avrupalılar tarafından değil de Avrupalılar'ı Türkler'e ısındırmak ve bir de içerideki Avrupalılık ve hassaten Avrupa Birliği aleyhtarlarını - ki bu da artık günümüzde "medeniyet düşmanlığı" gibi bir anlamla özdeşleştirilmeye çalışılmaktadır - pasifize etmek gayesine mâtûfen Türkler tarafından ortaya atılmaktadır.
 
Kart-Kurt Teorisi'nin orijinal Türk versiyonunda Kürtler, aslında Türk olduklarını bilmeyen "Dağlı Türkler" olarak takdîm edilirlerdi; şimdi ise, artık kronikleşme eğilimi gösteren bir şahsiyet zaafiyetiyle mâluliyetin tesiriyle, zavallı, şaşkın Türkler, kendilerinin aslında Avrupalı olduklarını yeni keşfeden "Dağlı Avrupalılar" olduklarını iddia ediyorlar! Hem de ne komik ve utanç verici bir şekilde! Buna mukaabil, kendilerinden - yâni Avrupalı - olduğumuzu isbat gayretiyle yırtınmamız karşısında bizim "Evropalı" olduğumuzu hâlâ anlamamakta ısrar eden "hâin Evropalılar"da ses yok! Bir Anadolu darbı meselinde dendiği gibi "Kız evi dambul-dumbul, oğlan evinden çıt çıkmıyor". Çok utanç verici! Bir kere daha veyl olsun!
 
***
 
Gelelim meselenin asıl veçhesine: Avrupalı kimdir?
 
Evvelâ şunu açık bir yüreklilik, dürüstlük ve samîmiyet ile kabûl etmek mecbûriyetimiz vardır: Avrupalı kimdir suâline cevap vermek konusunda hak, ehliyet ve liyâkat sâhibi olanlar, başka hiçbir kimse değil, ancak ve yalnız, "Avrupalı"lardır; asla bir başkası değil! Çünkü: Nasıl ki ferdî kontekstte bir kimsenin "kimlik" tanımlama hakkı sâdece ve yalnız kendisine âit ise, içtimâî kontekstte de bir cemiyetin "kimlik" tanımlama hakkı sâdece ve yalnız kendisine âittir, öyle de olmalıdır; doğrusu budur, başkası olamaz. Bundan ötesi, haddini bilmemek ve hakka tecâvüz olduğu gibi daha başka uzantıları da olan entellektüel bir sakatlıktır ki bu entellektüel sakatlık, Bizim, Avrupalılara "Avrupalılık" kimliğini öğretme denememiz bahis mevzûu olduğunda, entellektüel bir sakatlık gibi masûm addedilebilecek bir hatâyı dahi aşmakta ve çiğ ve ham bir görgüsüzlüğe, kaba bir zillet duygusu manifestasyonuna dönüşmektedir.
 
Evet: Avrupalı kimdir ve Avrupalılık nedir?
 
Bu suâlin muhtasar bir cevabı dahi buraya sığmaz; o sebeple bu mevzuû, ayrı bir bahiste, ayrı bir başlık ile alalım ve bizim "Dağlı Avrupalılar"a değil de "gerçek Avrupalılar"a mürâcaat ederek irdeleyelim.
 
VI
 
"Avrupalı" Kimdir?
 
[Aksiyon., Yıl: 7., Sayı: 340; Tarih: 09.06.2001-15.06.2001., s. 31]
 
 
Bundan önceki yazımızda Türkiye'de yaşanmakta olan psişik çözülme ve omurga incinmesi sürecinin bâriz emârelerinden birisi olan, "kendisini Avrupalılara kabul ettirme" gayretlerini konu edinmiş ve bu uğurdaki zavallı gayretlerden birisi olarak da, vülgerize "Kart-Kurt Teorisi" adıyla mârûf olan teorinin kötü bir kopyası olarak nitelendirdiğimiz "Dağlı Türkler" teorisinden söz etmiştik. Bu traji-komik ve ayıplı teoriye göre, Bizler, aslında Avrupalı'yız; fakat ne yazık ki Avrupalı birâderlerimiz henüz bu fevkalâde mühim hakîkatten bîhaber bulunmaktadırlar; şimdi yapılacak olan şey, onların bu cehâletlerini mağlûb etmek ve bizleri lûtfen ve keremen kendilerinden kabûl buyurmalarını sağlamaktan ibârettir.
 
***
 
Şimdi asıl mevzûmuza geçebiliriz: "Avrupalılık nedir" ve "Avrupalı kimdir?". Ancak; bundan önce de ilkin şu iki husûsu iyice bellememiz şarttır:
 
BİR: Bütüncül ve kuşatıcı bir "Asyalılık"tan veya "Afrikalılık"tan söz edilebilmesinin güçlüğüne ve hattâ imkânsızlığına karşılık, bu şekilde bir "Avrupalılık"tan söz edilebilir; bu, Avrupa'nın, diğer kıt'alara nazaran daha homojen olmasından ileri gelen bir husustur. Vâkıa, Avrupa da Avrupalılık nokta-i nazarından kendi içinde muhtelif tabakalara taksîm olunmaktadır ve aşağıda da kısaca temas edileceği veçhiyle bu taksîmatlandırmanın kriterinin temeli de Yunan, Roma ve Hristiyanlık'tır ve bu sebeple de her Avrupalı aynı derecede Avrupalı değildir. Fakat yine de herşeye rağmen, Avrupa, hayli homojen ve hattâ izotrop bir kıt'adır ve bu da total ve kuşatıcı, efrâdını câmi', ağyârını mâni' bir Avrupalılık kimliği tanımına meşrûiyet vermektedir.
 
İKİ: Bizim Dağlı Avrupalılar'ın en büyük hâtalarından birisi de, Avrupa Devleti olmak ve/veya Avrupa kültür ve medeniyetine katkıda bulunmak ile "Avrupalı" olmak arasında mantıken zarûrî hiçbir irtibat bulunmadığını anlayamamalarıdır. Kuşkusuz, Türklük ve Müslümanlık göz önünde tutulmaksızın ne en genel hâlde Batı'nın, ne de özel hâlde Avrupa'nın tarihi, kültürü ve medeniyeti anlaşılamaz. Ama, aynı şey bizim için de doğrudur; Batı tarihi, kültürü ve medeniyeti göz ardı edilerek Türk ve İslâm kültür ve medeniyeti ve tarihi anlaşılamayacağı gibi anlamsızlaşacaktır da. Kim, İslâm ve Türk medeniyetindeki Avrupa ve hattâ İran, Hind te'sîr ve katkılarını inkâra cesâret edebilir? Ancak, Türklerin Avrupalı olduğu sonucu çıkaran keskin zekânın, aynı metod ile Hindli olduğumuz sonucunu da çıkarabilmesi gerektiği gibi, Avrupalıların ve Hindlilerin de kendilerinin aslında Türk olduğunu bilmeyen (Dağlı) Türkler olduğu sonucunu çıkarması dahi gerekir. Tam bir skandal!
 
***
 
Şimdi de bu kabîl safsataları bırakıp, bundan sonraki birkaç satırda, "gerçek Avrupalılar"a mürâcaat ederek, Avrupalılık kimliğine bakalım.
 
İmdi: Bu derece meftûnu olduğumuz "Avrupalılık" kimliğinin özü-esâsı, "Yunan, Roma ve Hristiyanlık" temeli olup, diğer bütün kimlik kriterleri bu temel üzerine binâ edilir ki bunlar da muhtasaran, Rönesans ve Reformasyon ile ifâde edilen Uyanış devirleri ve Aydınlanma ve Devrimler çağı ile gelişen Modernite peryodudur. 
 
"Yunan, Roma ve Hristiyanlık" üçlüsü, Avrupalılık kimliğinin kesin temelidir; bu mühim husûsu bilmeyenlere îlân, bilip de unutanlara veya konjonktür gereği unutmuş görünenlere de bir kere daha hâtırlatalım ve bu babda kesin ve keskin bir örnek olmak üzere, "Dağlı Avrupalılar"a değil de gerçekten gerçek Avrupalı olan ve "Batı kültür tarihinin her bölümü Yunanlılarla başlar. Bu hüküm, mantık, bilim, sanat, siyaset için olduğu kadar tabiî kelâm için de doğrudur" diyen Étienne Gilson'a ve "Avrupa, Hristiyan îmânının ve Hristiyan ahlâkının çeşmesidir" diyen Winston Churchill'e kulak verelim. Bu iki gerçek Avrupalı'nın şehâdeti dahi, "Ben Batılıyım", veya "Batılı olmak istiyorum" demekle, ya da Avrupa'da yaşıyor olmakla, hattâ bir "Avrupa devleti" olmakla "Avrupalı" olunamayacağını bilbedâhe isbâta muktedirdir; ama biz devam edelim. Devam edelim ve gerçekten gerçek bir Avrupalı ve gerçek bir mütefekkîr olan Christopher Henry Dawson'u dinleyelim. Dawson, "Avrupa nedir" sorusuna, "Avrupa, menşe'leri üçbin yıl önceki Doğu Akdeniz'de olan ve çağdan çağa ve halktan halka iletilen ortak bir rûhî geleneği paylaşan halkların birliğidir" şeklinde cevap vermekte ve bilâhare, "Avrupa'yı ve onun tarihî tekâmülünü ancak Hristiyan kültürünün etüdü ile anlayabiliriz" demekte ve bütün Batı kültürünün tekâmülünün de üç ana merhaleye ayrıldığını söylemektedir: Hristiyan, Hristiyan-öncesi ve Hristiyan-sonrası:
 
"İlkin, Klasik Akdeniz kültürünün iki safhası vardır: 1: Helenizm, 2: Roma Dünyası. Bundan sonra ise, Hristiyan tarihinin üç merkezî devresi bulunmaktadır: 3: Batı ve Doğu Hristiyanlığının Teşekkülü; 4: Onbirinci asırdan onbeşinci asra kadar Ortaçağ Hristiyanlığı; ve, 5: Onaltıncı asırdan onsekizinci asra kadar olan Dinî Bölünme Çağı ve Hümanist Kültür. Nihâî olarak, 6: Avrupa kültürünün sekülerleştiği geç onsekizinci asır ve ondokuzuncu asır olan Devrim Çağı, ve, 7: Bugün dahi gölgesinde yaşamaya devam ettiğimiz, Dünya Harpleri'nin hem sebebi ve hem de sonucu olan, Avrupa'nın Parçalanması"
 
Şimdi de, yine dağlı değil gerçek bir Avrupalı olan ve birçok eserinde Batı'nın Hristiyanlık'tan sapmakta olduğu fikrini ileri sürmesine ve meselâ, Reformasyon ve Rönesans hareketlerini, Laiklik ve Sekülerlik'i, bir çeşit râfızîlik olarak telakki etmesine ve genel olarak, Hristiyan kültür ve medeniyetinde bir tereddîye dikkat çekmekte olmasına rağmen, her ne sûretle olursa olsun Batı'nın Hristiyan olduğunu belirten Toynbee'nin şu hükmüne bakalım:
 
"Batı ve Bizans toplumları şimdilerde hristiyan olmaktan çıkıyor olabilirler, ama gene de kaçınılmaz bir biçimde eski-hristiyan'dırlar. Kültürel mirasları Hristiyanlıkla öylesine dolup taşmıştır ki kendilerini hristiyan geçmişlerinden koparıp ayırmaları mümkün olamaz".
 
Devam edelim ve gerçek bir Avrupalı olup Avrupalılık bilincinin oluşmasında önemli bir rolü bulunan, Avrupalı halkların Avrupalılık kimliğini tarihî süreçte oluşturan üç nüfuz kabul ettiğini söyleyen ve en başa Roma'yı yerleştirip diğer ikisini de Hristiyanlık dini ve Grek düşünce ve fazîleti olarak tesbît eden Paul Valéry'yi ve meselâ, "Batı Uygarlığının Temelleri" isimli eserinde "Bizim anla­dığımız biçimde uygarlık, kaynak bakımından Yunanlı, fakat dokusu bakımından Romalıdır. Düşünüşümüz, fikirlerimizi düzene koyuşu­muz, söz ve hareketlerle kendimizi ifâde edişimiz Yunanlılara değil Romalılara benzer" diyen Blunt'ı da şâhitlik kürsüsüne dâvet edelim.
 
Bu isimler saymakla bitesi değil; ama hepsinin ortak noktası şu: Avrupalılık kimliğinin hiçbir yerinde Müslümanlık ve Türklük yok; olması da gerekmiyor zâten. Nitekim, Avrupalı aydınlar Türk ve Müslüman terimlerini, Avrupalılık için ancak bir negatif tanımlama elemanı ("öteki") olarak zikretmektedirler. Bu konudaki sayısız denecek örneklerin en tanınmışlarından birisi klasiklerden "Kızıl Domuz" lâkaplı Voltaire ve modernlerden de Türkler'in Avrupa için tam bir baş belâsı olduğunu söyleyen ve O'nu "öcü" olarak tanımlayan "Avrupa'nın Prensi" lâkaplı Denis de Rougemont. Okunmaları şâyân-ı tavsiyedir.
 
***
 
Ey Dağlılar! Sizi Hristiyan olmak dahi kurtarmaya yetmez! Başınızı dik tutun!
 
 
 
VII
 
"Avrupalı Olduk" Görgüsüzlüğüne Karşı Haysiyetli Bir Protesto
 
[Ayyıldız., 13 Aralık 1999, Pazartesi., Sayfa: 09]
 
(Sâdece bir ksımı iktibas edilmiştir)
 
..../
Avrupa Birliği'ne karşı, sağcısı, solcusu, Kemalisti, İslâmcısı tarafından duyulan bu aşırı derecede abartılı perestişin çok sağlam ve sıhhatli bir şekilde analizi yapılmalıdır; ben şahsen bu haddini mütecâviz sevinci tehlikeli bulmaktayım. Bu derecede şiddetli, bu derecede ağır ifâdeler taşıyan bir protest tavır koyuşum bundandır.
 
Zira, bu aşırı abartılı sevincin, Türkiye'de "bağımsızlık bilincinin yırtılması" ve "toplumsal kişilik bozulması"nın emâresi olduğunu düşünüyorum.
 
Evet; yanlış okumadınız; toplumumuzun bir kesiminde, hem de ciddî bir kesiminde, ama hassaten - entellektüel demeye dilim varmıyor - okumuş-yazmışlarında "bağımsızlık bilincinin yırtılması" ve "toplumsal kişilik bozulması" söz konusudur.
 
***
 
Hey Türkiye! Koca Türkiye!
 
Sen bu hâllere de mi düşecektin?
 
Sen; bir vakitler, Avrupa'nın efendisi iken; şimdi marabası, yanaşması, emireri olmayı kendi gönlünle ve hem de bu derecede şiddetle arzu mu ediyorsun?
 
***
 
Türk Milleti! Titre ve kendine dön!
 
Sen; seni, hiç sevmeyen, sana hiç saygı duymayan, ciğerleri çürümüş bu âşüftenin, bu müptezel Kamelyalı Kadın'ın aşkıyla gözünü kör edip de haysiyetini pazara çıkaramazsın!
 
***
 
Eğer bu abartılı perestiş, bu kadar ilkel Avrupa-perestlik toplumun bütün kesimlerine aynı şekilde yayılacak olursa, bu sözüme mim koyunuz, Allah şâhidim olsun, yemîn ediyorum; böyle bir milletin milliyetçiliğini yapmayı kendime hakaret addederim.
 
***
Biraz haysiyet!
 
 
 
 
VIII
 
Varlığım Avrupa Birliği'nin Varlığına Armağan Olsun!
 
[Muhalif., Yıl: 2., Sayı: 53., Tarih: 26.01.2001-01.02.2001., Sayfa: 09]
 
(Sâdece bir kısmı iktibas edilmiştir)
 
 
.../Türkiye'miz, hepimizin gözlerinin önünde adım-adım gelişen bir trajedi yaşıyor! Fikrimce, şu anda Türkiye'nin bundan daha büyük problemi yoktur: Devlet ile Millet arasındaki bağ tehlikeli bir biçimde gevşemekte, her ikisinin arasında bir kopma ve ayrışma süreci yaşanmakta ve toplumda bağımsızlık bilinci yırtılmaktadır.
 
Bu keyfiyetin en bâriz göstergesi, Türkiye'nin devleti ve milleti ile birlikte "Avrupa Birliği"ne bakışındaki anormal yaklaşımdır. Bu yaklaşımın başka hiçbir adı yok: Mandacılık! Ne hazîn bir tecellî: Türkiye, devleti ve milleti ile, mandacılığı içine sindirmiş bulunuyor.
        
***
     
Bu noktada, Toplum'daki "Kollektif Bilinç"in her zaman için yanılmaz olup-olmadığı konusunda, Hegel'in, Avusturya, Bavyera ve Bohemya'da Reformasyon'un büyük ilerlemeler kaydetmiş bulunmasına karşılık başarısız kalışını açıklarken yaptığı tesbitten çıkardığı şu hükmü hâtırlatmaya gerek görmekteyim: "Doğruluk bir kez zihinlere girdi mi, bir daha oradan sökülüp atılamaz denmesine rağmen, bu ülkelerde o, silah, hile ve kandırma gücüyle zihinlerden sökülüp atılmıştır." Yâni: Büyük Kitle'nin makro bilinci her zaman için yanılmaz kabul edilemez; bu hüküm hassaten şu bunalım dönemindeki Türkiye için daha fazla bir değer taşımaktadır. Evet: Avrupa Birliği'ne ne olursa-olsun girmek yönünde toplumumuzda yüzde yetmişe kadar yükselen eğilim yanlıştır! Toplumumuzun büyük ekseriyetinin böyle bir tercihte bulunuyor olması, onun doğruluğunun bir karînesi olamaz.
 
.../Toplumsal Bilinç yanlış tercîhte bulunuyor; çünkü toplumsal psikolojimiz bozuk vazıyette bulunuyor; nasıl ki eğri odundan düzgün çubuk çıkmazsa, bozuk bir zihinden de sâlim bir karar çıkmaz; ve dahi, nasıl ki şaşıran ördek suya tersinden atlarsa, şaşıran ve bunalan bir toplum da yola tersinden girer.
 
..../
 
Bu gidişin sonu iyi değildir efendiler; vatanını, milletini, devletini seven herkes bu vazıyetten vazîfe çıkarmalıdır. Aksi halde, şu sloganı kendimize şîar edinmemiz kaçınılmaz olacaktır:
 
"Varlığım Avrupa Birliği'nin varlığına armağan olsun!"
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 5,92 MB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim