ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Düşük Şiddetli Devrim
Durmuş Hocaoğlu

Doğu Batı Dergisi / Sayı 1, Kasım 1997
Girizgâh: "Ne Olacak Bu Memleketin Hâli?"; veya, "Metod'a Dâir"
 
Her Türk gibi biz de bu soru ile başlayalım: Ne olacak bu memleketin hali?
 
Bu soru, mûtâd olduğu veçhiyle, ekseriyetle, vakit öldürmek, ya da bir fasl-ı muhabbet açmak kastıyla sorulan bir soru niteliğindedir; ancak, o kanaatteyim ki, artık, daha ciddî ve seviyeli tartışmalar açılması için de sorulmalıdır. Bu tartışmalara - daha kâmil bir ifadeyle, "müzakerelere" - cidden çok ihtiyacımız var; zira, ülkemizde 'uzunca bir müddetten beri' hakikaten çok önemli hâdiseler cereyan etmekte.
 
Türkiye'nin, yakın zamanların kesin olarak en kritik, en belirsiz günlerini yaşamakta olduğu hakkında, hemen-hemen herkes tarafından paylaşılan genel bir mutabakat oluşmuş bulunmaktadır. Vaziyeti umûmiyenin çok çeşitli tür ve cinslerde yorumu yapılmakta. Ancak, bütün bu çeşitliliklere karşılık ortada yine bir başka gizli mutabakatın bulunduğunu da söyleyebiliriz: Yorumların hemen ekserisi, ideolojik düzlemlerde yapılmaktadır. Diğer bir ifade ile, yorumcuların ekserisi, Dış-Dünya'da olup-bitenleri anlamaya çalışmak yerine kendi zihniyet dünyalarında - yani 'İç-Dünya'da - bir şekilde oluşmuş bulunan şablonları 'Dış-Dünya'ya yansıtmaya çalışmaktadırlar.
 
Bunun, öncelikle, ciddî bir "metod problemi"nden kaynaklandığını söyleyebiliriz; zira, "Hakikat'a varmak için metod gerektir"!
 
Metod Problemi'nin özeti şu sualin cevabındadır: Eşya'nın hakikatı, bizzat Eşya'nın kendisinde, Dış-Dünya'da mıdır, yoksa bizim zihnimizde, İç-Dünya'da mı? Eşya, yani Dış-Dünya, Türkiye'dir, Türkiye'de olup-bitenlerdir. Buna göre: Ülkemizin hakikatını nasıl kavrayabiliriz? Acaba Türkiye'deki vak'aların (fenomen) ve hâdiselerin (event) hakikatını kendi zihnimizde mi aramalı, onları zihnimizdeki 'kesin doğru'ların istikametinde mi izah ve tefsir etmeliyiz, yoksa, Türkiye'yi bir laboratuar gibi kullanarak, deney ve gözlem yoluyla, Türkiye'nin hakikatını bizzat Türkiye'nin kendisinden mi istihraç etmeliyiz? Maalesef ve maatteessüf Türk İntelijansiyası'nın (o da nerede?) kahır ekseriyeti, "Kelâm-ı felsefe fülse değer mi/ Ana sarrâf-ı keyyis baş eğer mi /Mantıkîler olur ise gam değil/ Çünkü anlar ehl-i îmân değil" diyen Kadızâde geleneğine sâdık kaldıklarından mıdır, bu gibi felsefî problem alanlarını 'lüzumsuz', 'adğâsü ahlâm' addedip tartışmaktansa, kalemlerini süngüye inkılab ettirip cepheleşmeyi tercih ediyor. Ancak, bir enetellektüelin görevi, aynı zamanda ve bir yanıyla, Tarih'e nutuk irâd etmek demektir; ol sebebe binaen, biz yine - en azından - bu soruyu soralım ve az miktardaki erbâb-ı tefekkür ile cevap aramaya çalışalım. Bu da bir görevdir: Farz-ı kifâye niyetine!
 
***
 
Kendi zihnimizdeki 'kesin doğrular', bize sadece 'kendi içinde doğru olan'ı verir. "Kendi içinde doğru olan" ise, ya 'dışarıda' (yani 'kendinde') bir hakîkatı (daha sahîh bir terim ile, şe'niyeti) olduğunu kesin ve tartışmasız olarak, kalb gözü ile, intüitif olarak idrâk ettiğimiz halde, algı konusu olmayan - hattâ olamayan, hattâ ve hattâ olmaması zarûrî olarak îcap eden - hâlisüddem "îmân alanı"na müteallıktır, ya da 'dışarıda' hiçbir hakîkatı (şe'niyeti) bulunmayan, yani yine bir algı konusu olmayan, buna karşılık, "îmân alanı"ndan farklı olarak, böyle olmadığı kabul edilen - Mantık ve Matematik gibi - "formel disiplinler alanı"na. Bu iki alanın her ikisinin de bu farklılık ve ortaklıklarının yanında ortak oldukları, aynı paydayı müştereken paylaştıkları temel husus "kesin doğru alanı" olmaklıktır. Kant'ın Matematik'i nitelerken kullanmış olduğu ifadesiyle, "kesinlikle ve zorunluklu olarak, yani apodiktik olarak doğru." 
 
İmdi: Türkiye ve Türkiye'de olup-bitenler ne bir îmân konusudur, ne de bir formel disiplin konusu; tam aksine, bir var-olan olarak Türkiye ve bir oluşlar kümesi olarak Türkiye'de olup-bitenler, bir dış-dünya gerçekliğidir, bir algısal gerçekliktir. Şu halde, kullanacağımız metod, Deney metodu olmalıdır. Burada deney ile kastetmiş olduğumuz şey, öncelikle en genel ve kuşatıcı anlamıyla "empeiria"dır.
 
***
 
Bir teori inşa etmeye teşebbüs ederken modern bilim felsefesinin verilerini göz önünde tutmanın zarûretinin inkâr edilemeyeceğini kabul etmek gerekecektir. Biz burada, zaman-zaman birbiriyle ihtilâfa ve çatışmaya düşse de, çağdaş iki felsefe ekolünün münasip ve muvafık bir eklektizminin uygulanmasının faydalı olacağı kanaatındayız; şairin dediği gibi, Hakikat'ı aynı zamanda müsademe-i efkârda aramak gerek: Popper'in "yanlışlanabilirlik" tezine göre, her bilimsel önerme ancak muvakkatan doğru olabilen bir potansiyel yanlıştır; Feyerabend'in "anarşizm" tezine göre ise, her olgu ve olayın birden fazla açıklaması vardır, olmalıdır.
 
İmdi, bu eklektizme binaen, bir teorisyen, varlık ve oluşu açıklayabilmek için birden fazla, birbirine alternatif olabilecek teoriler kurmaya gayret ederken, diğer yandan da, elde edilen her neticenin asla ve kat'a 'en son', 'kesin', 'tartışılmaz doğru' olduğunu iddia edemeyecektir. Ancak, bütün bu teorilerin gerek kurulma safhasında ve gerekse de nihaî safhada son müracaat alanı, son test alanı yine de Dış-Hakikat'ın kendisi olmalıdır. Dış-Dünya, daima ve her zaman, onunla ilgili bütün teorilerin - bu teoriler ister 'deney-öncesi' (apriorik) ve ister 'deney sonrası' (aposteriorik) olsun - test edildiği laboratuardır.
 
***
 
Karşılaşmakta olduğumuz olguları ve olayları açıklayabilmek için kurgulanan açıklama modellerinin ne kadar bol olduğu aşikâr olarak görülmektedir. Ancak, bütün bu açıklama modellerinin bütün bu bolluklarına karşılık, bazı ortak paydalarının bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu ortak paydalardan birisi, yukarıda da sözü edilmiş bulunan 'ideolojik perspektif', bir diğeri ise, 'kötümserlik'tir. Kötümser açıklama modellerinin de hemen ekseriyetle ideolojik yaklaşımlardan beslenmekte olduğunu söyleyebiliriz. Tamamının ortak noktası, özetle ifade edilecek olursa, çok büyük bir çoğunlukla, 'kaos' ve 'komplo' gibi kalkış noktalarına dayanmakta olmasıdır. Buna göre, Türkiye, sonu karanlık bir belirsizliğe doğru gitmektedir, bu bir kaostur, bir komplodur.
 
Biz burada, Türkiye'de gözlemlenmekte olan olgular ve olaylar hakkında tesis edilen veya edilmeye çalışılan açıklama senaryolarını da göz önünde tutarak yeni ve alternatif bir modeli, bir "alternatif teori"yi tartışmaya açmak istemekteyiz. Elbette ki söz konusu bu teorimiz de, yukarıda yapılan izahatlar muvacehesinde, bir "açıklama modeli"dir; asla kesin doğru olmak gibi bir iddia taşıyamaz ve doğruluğunun test alanı dış-dünya'dır.
 
Bu makalede sık-sık "Türkiye'de yaşanmakta olan olaylar"a atıflarda bulunmaktadır. Ancak, bununla kastedilenin, dar anlamıyla aktüel sıcak politik gelişmeler olmadığına dikkat edilmesini rica etmek durumundayım.
 
I. Alternatif Bir Açıklama Modeli Olarak "Devrim Teorisi"ne Giriş
 
Tezimize göre, ülkemizde yaşanmakta olanlar, Popperci ve Feyeraband eklektizmi doğrultusunda, daha başka bir teoriyle de açıklanabilir. Biz ülkemizde yıllardan beri cereyan etmekte olan vak'a ve hâdiselerin, birçokları tarafından ileri sürüldüğü gibi hâinâne bir komplo, bir "dış-güç" müdahalesine, bir kaos'a hele bir "irticâî ayaklanma"ya delâlet etmekte olmadığını ileri sürmekteyiz. Tam tersine, bütün bunlar, ülkemizin yaşamakta olduğu son derece önemli bir tabiî sürecin tevlid ettiği zarûrî ve tabiî bir durum, bir "doğum süreci"nin zorunlu kıldığı "doğum sancıları" olarak kabul edilmelidir.
 
Türk toplumu, son derece önemli ve radikal bir toplumsal değişme süreci geçirmektedir. Bu süreç, toplumumuzun tarihî gelişiminin bir sonucudur. İleride biraz daha etraflıca açıklamaya çalışacağız ki, bu toplumsal değişme, sadece sayıya münhasır bir niceliksel değişme değildir; "niceliksel değişme"nin belirli bir 'eşik değeri'ne ulaşmış ve artık bir "niteliksel değişme"ye münkalib olma aşamasına gelmiş radikal bir değişmedir. Asıl sancılar bundandır. 
 
Kanaatımıza göre, söz konusu bu hâdiselerin üstünü kaplayan toz dikkatle tâmik edilirse, bütün bu vakıaların, vak'aların ve hâdiselerin çok önemli bazı radikal değişmelere ve bu değişmelerin de radikal yönelmelere delâlet etmekte olduğu farkedilebilecektir. Bunları burada kısaca, bir "Devrim" olarak nitelendireceğiz.
 
Kanaatımıza göre, Türkiye, bir "devrim süreci" yaşamaktadır. Bizler, bütün Türk Milleti, fiilen yaşanmakta olan bir devrimin tam içerisinde bulunmaktayız. Bu devrim, yeni başlamış değildir; kökü çok derinlerdedir; son zamanlarda vukua gelen günlük hâdiselerin, politik dalgalanmaların büyük bir çoğunluğu ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Bunun yanında belirtilmesi gereken en önemli karakteristiklerinden birisi de şudur: Devrim, uzun bir süreye yayılmıştır, hızı yavaştır, şiddeti (magnitüdü) düşüktür, o sebeple de ilk bakışta hemen dikkatleri çekmemektedir. Bizim onu "düşük şiddetli" olarak isimlendirmemizin asıl sebebi de budur.
 
II. Toplumsal Değişme, İnkilab, Devrim ve Toplumsal Değişme Vektörleri
II.1: Toplumsal Değişme
 
Toplumsal Değişme, bir kavram olarak, "Kültür Değişmesi"nden farklı olup, "belirli bir grup insanların ilişkilerine yerleşmiş tavır ve hareketlerindeki, teknik terim ile, sosyal sistemin yapı öğeleri üzerindeki değişiklikler"şeklinde tanımlanmaktadır.
 
Sosyal Değişme Türleri ise, özetle ifade edilecek olursa, genel bir tasnif ile, "kalitatif" ve "kantitatif" olmak üzere ikiye taksim edilmektedir.
 
Kantitatif Değişme, nicelik (sayısal değer, kemmiyet, kantite) ile ilgili, ona tekabül eden bir değişme olduğu halde, Kalitatif Değişme, nitelik (keyfiyet, kaliteye) ile ilgili, niteliğe tekabül eden bir değişmedir. Burada kantitatif değişme ile kalitatif değişme arasındaki bir ilişkiden de söz edilmesi gerekecektir. Keyfiyete tekabül eden bir değişmenin, birçok hallerde kemmiyete tekabül eden değişme ile yakın bir ilgi ve ilişkisinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu ilgi ve ilişki, niceliksel değişmelerdeki sayısal değerin büyümesinin, muayyen bir noktadan itibaren niteliksel bir değişmeye doğru bir yol açtığı, onu hazırladığı şeklindedir. Diyalektik düşüncesine ait olan bu tezin asıl menbâı Hegel'in idealist felsefesidir. Marksizm ondan aldığı bu fikri farklı bir yoruma tâbi tutarak materyalist bir içerikle doldurmuştur. Her iki felsefenin arasındaki derin uçuruma rağmen ortak oldukları başka bir nokta da, her iki değişme arasındaki bu ilgi ve bağlantıyı, bütün varlığa şâmil bir genel-geçerliliği olan, küllî, evrensel, ve, Newton Mekanizmi'nin derin izlerini taşıyan deterministik bir zarûret olarak kabul etmeleridir.
 
Kemmî ve keyfî değişmeler arasındaki bu ilginin evrensel bir geçerliliğinin ve deterministik bir zarûretinin bulunup-bulunmadığını irdelememekle beraber birçok hallerde geçerli olduğunu kabul etmemek bilimsel düşünceye, gözlemsel-denel vakıalara aykırı olacaktır. Filhakika, gerek tabiat bilimlerinin ve gerekse de toplum bilimlerinin birçok alanında, kemmî değişmelerdeki birikimin, muayyen bir eşik değerden sonra keyfî değişmelere, yani "durum değişmeleri"nin "hal değişmeleri"ne sebebiyet verdiği bir gerçektir.
 
Biz burada, sosyal değişmeleri izah etmede yeni bazı terimler kullanmaya yönelecek ve bunu yaparken de, bilimin ve varlığın bir bütün olduğu aksiyomundan hareketle, birçok sosyologun itirazına mukabil, Fizik'ten bazı uyarlamalara gideceğiz. Yapacağımız bu uyarlamalarla oluşturacağımız yeni terimler, Sosyal Atalet, Sosyal Momentum ve Sosyal Değişme Vektörleri olacaktır.
 
Sosyal Atalet: Genel-geçerli bir kural olarak, "hiçbirşey, kendi mahvına sebep olmaz" ilkesi, Fiziksel Atalet (Eylemsizlik, Inertia) kavramının olduğu gibi, Sosyal Atalet kavramının da çıkış noktasını oluşturmaktadır. Buna göre, her sosyal varlık da herhangi bir varlık gibi, sahip bulunduklarını, bulunduğu konumunu korumak ister. Bu, muhtemeldir ki bir hilkat problemidir. Lâkin, Canlı'ya ve münhasıran İnsan'a müteallık olan herşeyin Tabiat'a müteallık olan herşeyden radikal olarak farklı olması gibi, Sosyal Atalet de Fiziksel Atalet'ten radikal olarak farklıdır ki, bu da, "gelişme-değişme" olgusudur. Cansız Tabiat'ta sadece değişme vardır, gelişme yoktur; gelişme, canlılığa mahsustur ve canlılık küresi içerisinde spesifik bir yeri olan İnsan alanındaki değişme ve gelişme kürenin bakıyesinden tamamiyle farklıdır. Biz bu farklılığı, Sosyal Momentum kavramına hamledeceğiz.
 
Sosyal Momentum: Saf fiziksel içeriği ile, Momentum kavramı, bir varlığın konumundaki değişmenin açıklanmasına yönelik olup, bu değişmenin bir zorlanma (momentum) ile vuku bulduğunu ve bu zorlanmanın da ancak haricen, yani nesnenin dışındaki bir fail tahtında kabil olduğunu kabul eder. Madde, kendi-kendisinde asla bir değişmeye yol açmaya muktedir değildir. Fakat, Canlılık küresinde ve onun spesifik porsiyonu olan İnsanlık alanında, değişmeler ve gelişmeler, hem haricî ve hem de dahilî âmillerle gerçekleşebilmektedir ki, Canlı'yı ve özellikle İnsan'ı ve İnsanlığı Tabiat içerisinde mümtaz bir mevkie oturtan da budur. İşte biz burada Sosyal Momentumdiye, Sosyal Atalet'i yenerek onda değişiklik yapılmasını kastediyoruz
 
Bu tanıma göre, Toplum, birbirine zıt iki failin tesiri altındadır: Atalet ve Momentum. Atalet, mevcut halin, statükonun muhafazasıdır, Momentum ise statükonun değişmesi. Atalet, momentuma zıt olarak, mevcudiyetin korunmasına yöneliktir ve içseldir; Momentum ise Atalet'e muhalif olup, Madde'den farklı olarak hem içsel (immanent) veya dahilî (internal) olabilir hem dışsal (transandantal) veya haricî (external). İmdi, Toplum, statükoyu (ataletini) ancak zorlamalar (momentum) ile terk eder. Bir toplumda atalet ile momentum arasındaki bu zıtlık, onun değişme ve gelişmesinin belirleyicisidir.
II.2: Tabiî ve Cebrî Toplumsal Değişim; Jakobenizm, Entellektüel Despotizm
 
Toplumsal değişmelerde, sosyal atalet ve momentumun arasındaki münasebete göre tasnifi yapıldığında, bu değişimlerin iki ana gruba taksimi mümkündür. Tabiî/İrâdî Değişme ve Zorlamalı/Cebrî Değişme.
 
İrâdî Değişme'nin, bir toplumun kendi iç dinamiklerinin ve kendi iradesinin ürünü, fonksiyonu ve neticesi olan bir değişme olmakla aynı zamanda tabiî (doğal) bir değişme olmasına mukabil; Zorlamalı (Cebrî) Değişme, toplumun kendi iradesinin dışında, ona uygulanan kuvvetlerin etkisi altında meydana gelen ve bu yüzden de gayri tabiî (doğal olmayan) bir değişmedir. İrâdî Değişme, tarihsel bir süreç içerisinde ve toplumun bir strüktür olarak kendi iradesi ile ve genellikle de tedrîcen - bazan da sıçramalı - gerçekleştirdiği bir değişme tarzı olmasına karşılık, Zorlamalı Değişme, "toplumsal irade" tarafından değil, bu iradeyi yok-sayan, "toplum-üstü bir irade" tarafından ve "cebren" gerçekleştirilen, keskin ve sert bir değişme, daha doğru bir ifade ile, bir "değiştirilme" tarzıdır. Yani, Zorlamalı Değişme, hemen daima, Toplum'u dilediği gibi, dilediği şekilde ve dilediği yönde değiştirebilme gücüne muktedir olan bir "toplum-üstü" irade, bir "dışsal" (transandantal) güç tarafından gerçekleştirilir ki işte bu güç, Toplum'a karşı doğrudan ve gerçekten sorumlu olmayan "elitist" (seçkinci) bir güçtür ve keza bu güç, Toplum'u toplumsal talepleri ve iradeyi göz önüne almaksızın, onu değişmeye "zorladığı" için de "jakoben"dir.
 
Toplumları "kimin/kimlerin" sevk ve idare etmesi, yönlendirmesi, değiştirmesi, hasılı toplum için 'ne yapılması gerekli' (veya gerekli görülmekte) ise yapılması icabettiği fikri, en eski zamanlardan beri en ciddî felsefî ve siyasî tartışmaların yaşandığı alanlardan birisi olma hüviyetini daima muhafaza etmiştir. Bu konuda, Platon ile Protagoras'tan beri zıt kutuplardaki iki görüş arasında sürekli mücadeleler olmuştur. Platon'a göre, bir toplum ancak bir "entellektüel seçkinler" zümresince idare edilmelidir; toplum ancak bu şekilde erdemli bir toplum olabilir. Buna karşılık Protagoras, toplumun kendi kendisini idare etmesini müdafaa etmektedir. Platon'un gençlik dönemi eseri olan Politei'de ortaya attığı "filozof hükümdar" idesine dayanan fikri kısaca "Entellektüalist Elitizm", Protagoras'ınki de "Demokrasi" olarak özetlenebilir. Eğer entellektüalist elitizm, zor kullanmayı, yani "zorbalık"ı da kendisinde meşrû ve doğal bir hak olarak telakki edecek olursa, bu takdirde Entellektüalist Elitizm, bir "zorba elitizm"e dönüşür ve, "Entellektüalist Zorbalık" veya "Entellektüalist Despotizm" olarak anılır.
 
Platon, kendi fikirlerini kendisi uygulama imkânını asla bulamamış, hattâ, bunun imkânsızlığını idrâk etmenin de bir neticesi olarak, olgun dönem eseri olan Nomoi'de bu fikrilerinden önemli ölçekte rücû etmiştir. Buna rağmen, tarihte uygulanabilmiş ve sonuç almış entellektüalist zorbalık/despotizm hareketlerinin sayısı hiç de az olmamıştır. Bunlardan birisi, parti ve hattâ kişi diktörlüğünü doktriner olarak savunan Leninist Komünizm, birisi Platon'dan ve Aydınlanma felsefesinden etkilenen Kameralizm, bir başkası da tarihe adını veren Fransız Jakobenizmi'dir. Entellektüalist despotizmi savunan ve meşrûlaştıran bir başka felsefe de Pozitivizm olmuştur.
II.3: Toplumsal Değişme, Devlet ve Toplumsal Değişme Vektörleri
 
Yukarıda kısaca bahsedilmiş olduğu üzere, Sosyal Atalet'i yenerek onu değişmeye/gelişmeye zorlayan Sosyal Momentum'u ikiye ayırabiliriz: Dışsal/haricî ve içsel/dahilî.
 
Burada, detayına başka bir makaleye ertelemek üzere, şimdilik, en büyük dışsal/haricî zorlayıcı faktör olan Devlet'i ele alacağız. Burada "devlet" kavramı ile, o toplumun kendi içerisinden çıkmış olan siyasî erki kastetmekteyiz ve bu sebebe binaen, haricî/dışsal değiştirici kuvvetin "devlet" değil, işgal ve istilâ altındaki bir ülkedeki "şâgiller ve müstevlîler" olduğu haller, konumuzun dışında tutulacaktır.
 
Şimdi, "değişen" ve "değiştiren" arasında vuku bulacak olan münasebet biçimlerini tarif ve tavsif etmek kaydıyla, yeni bir kavrama müracaat ediyoruz: Toplumsal Değişim Vektörleri.
 
Toplumsal Değişim Vektörleri, toplumsal değişmelerde değişenler ile değiştirilenler arasındaki münasebetlerin umumî cereyan tarzını, değişmenin ve değişme taleplerinin yönünü belirlemeye ilişkin kavramlar olup, ana hatlarıyla üç grupta toplanmıştır:
 
Yukarıdan-Aşağıya (Downward) Vektör: Totaliter toplumlardaki değişim vektörüdür. Bu vektör, toplumsal değişim/dönüşümlerin yukarıdan-aşağıya, yani Devlet'ten Toplum'a yönelik olmasını temsil etmektedir. Bu tip değişme vektörleri, daima, "etatist" bir 'değişme'nin, daha sahih bir ifadeyle, 'değiştirilme'nin jakoben-elitist devletlûlar tarafından cebrî olarak uygulandığı toplumsal değişim-dönüşümleri temsil etmektedir. Buna, haricî/dışsal değiştirici kuvvetin "devlet", yani o toplumun jakoben de olsa, kendi içerisinden çıkmış ve bütün eleştirilere karşılık, onun varlığının teminatı olması hasebiyle, mutlaka ve behemehal cansipârâne bir şekilde korunması iktiza eden en yüksek siyasî erki, başka birifadeyle o toplumun "kendi devleti" değil, vatan topraklarını çiğneyen "şâgiller ve müstevlîler" tarafından yapılan cebri değişmeler de dahildir; Sovyet işgalindeki Türk illerinde, Çin işgalindeki Doğu Türkistan'da olduğu ve olmaya devam etmekte olduğu gibi.
Aşağıdan-Yukarıya (Upward) Vektör: Demokrat toplumlardaki değişim vektörüdür. Bu vektör, toplumsal değişim/dönüşümlerin aşağıdan-yukarıya, yani Vatandaş'tan Devlet'e yönelik olmasını temsil etmektedir.
 
Bileşke (Compound) Vektör: Yarı-Demokrat ve/veya Yarı-Totaliter toplumlardaki değişim vektörüdür. Bu vektör, toplumsal değişim/dönüşümlerin Devlet ile Vatandaş arasında tam bir kuvvet galebesi olmaması halindeki değişim/dönüşüm vektörüdür.
 
Değişim Vektörü'nün yukarıdan-aşağıya olduğu ülkelerde, yani totaliter ülkelerde, Devlet, "kendisi ve ideolojisi için devlet"tir. Beri yandan, bu ülkelerde, değişmenin özneleri ya da aktörleri, yahut motorları olan yöneticiler, yani 'elitist-devletlû taifesi' çok kereler kendilerini Devlet ile özdeşleşmiş saymaktadırlar; Devlet, bu "en büyük güç", entellektüalist jakoben elitlerin, elinde, yahut emrinde, ya da kontrolündedir ve onlar da kendilerinden - ve bir de bazan ne anlama geldiği belirsiz olan "Tarih"ten - başka kimseye karşı sorumlu değildirler ki bu da fiilen hiç kimseye karşı sorumlu olmamak demektir. Bu yüzden, Devlet pratikte bir anlamda "elitler için devlet" ve aynı zamanda Toplum'a karşı fiilî bir baskı aracı haline de dönüşebilmektedir. Böylesi bir toplum yapısında değişmenin öznesi tamamen Devlet - yani, devlet erkini bütünüyle elinde tutan sorumsuzca ve sınırsızca kullanabilen "etatist-elitist" klik - ve öznesi ise bütün bir toplum, yani Halk'tır. Toplum, bütünüyle pasiftir ve bu sebeple de "tebaa"dır, yahut bir çeşit "reâyâ".
 
Bütün elitist toplumsal değişmelerde, değişmenin özneleri, Halk ve/veya Millet kavramına, birbirine zıt iki anlam ve iki misyon yüklerler. Birincisi tâzimdir: Halk/Millet, herşeyi yaratan, herşeyin en iyisine lâyık olan en yüce, en kutlu varlıktır. İkincisi tahkîrdir: Halk/Millet, kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veremeyen bir 'yığın', bir 'sürü'dür. Birincisinde Halk'ı/Millet'i söylem olarak yücelten elitler, ikincisinde eylem olarak Halk'ın/Millet'in ne düşündüğünü sormaya lüzum görmeden onun adına karar vermeye kendi-kendisini yetkili kabul etmektedir. Onların bütün yetkileri kendilerine bizzat kendileri, veya "Tarih" tarafından kendilerine verilmiştir. Madem ki Toplum bir 'sürü'dür, bir 'yığın'dır; o halde, bu bilinçsiz insanların, bu "bulûğa ermemiş saf çocuklar"ın, akıl bâliğ oluncaya kadar bir velî'ye, bir vasî'ye ihtiyaçları olacaktır. İşte, bu velî veya vasî de, söylemde toplumun hizmetkârı eylemde efendisi olan işbu elitlerin kendisinden başkası değildir.
 
Buna karşılık, bu vektörün aşağıdan-yukarıya olduğu ülkelerde, yani demokrat ülkelerde ise, Devlet, "toplumu için devlet"tir, değişmenin öznesi Toplum'dur, yani Millet'tir veya Halk'tır; nesnesi de bir yandan Toplum'un kendisi ve diğer yandan da hem Devlet ve hem de yöneticiler'dir. Yani, bu "en büyük güç", daha açık bir ifadeyle bu en büyük gücü yönetenler Toplum'un kontrolündedir ve Toplum'a karşı sorumludur. Bu sorumluluk, hakikî mânâda bir sorumluluktur; o sebeple de, gerçekte Toplum'u yöneten bizzat Toplum'un kendisi olmaktadır. Bu durumda yöneticiler 'elitist-etatist-devletlû taifesi' değil, 'millet hizmetkârıdır'. Yine bu durumda Toplum, aktiftir, değiştirendir; "tebaa/reâyâ" değil, "vatandaş"tır. Tebaa ve Vatandaş arasındaki en önemli kavramsal fark da budur: Halk, pasif, değiştirilen kitle ise 'tebaa'dır; aktif, değiştiren kitle ise 'vatandaş'tır. "Vatandaş", hakikî mânâsıyla, ancak "modernite"ye has ve demokrat bir ülke ahalisi için geçerli olabilecek olan bir terimdir ve yine bunun içindir ki, Demokratlaşmak, aynı zamanda Tebaa'dan Vatandaş'a yükselmek demektir.
II.4: "İnkılab" ve "Devrim" ve "Düşük Şiddetli Devrim"
 
Bu kelimelerin her ikisi de, Türkiye'de genellikle, daha ziyade Sol tarafından kullanılan ve Muhafazakâr kesimde soğuk karşılanan terimler olmuştur. Bunun belli-başlı sebeplerini kısaca şöyle sıralayabiliriz: Evvelen: Her ikisi de jakoben bir anlamla yüklü olarak algılanmıştır. Sâniyen: Dil tasfiyeciliğinin getirdiği soğukluk, İnkılab'ın yanında Devrim'e ilâve bir soğukluk eklemiştir. Sâlisen: Özellikle 80-öncesi'nin kaotik ortamında Aşırı-Sol'un bu kelimeye sovyetik bir anlamsal içerik doldurarak kullanması onun bu kesimlerde daha da itici olmasına sebebiyet vermiştir. Ancak, bir yandan Sol'un piyasa diline hâkimiyeti, diğer yandan da İran'daki rejim değişikliğinin bu piyasa dilinin jargonlarınca "devrim" kavramı altına konması, bu soğukluğun önemli ölçüde izalesine sebep olmuştur.
 
Burada bu iki kelimeyi farklı kavramsal içeriklerlerle doldurarak, yani onları yeniden formatlayarak kullanmak istemekteyim.
 
İmdi, gerek İnkılab ve gerekse de Devrim, radikal bir değişimi, bir "hal (keyfiyet) değişimi"ni, bir 'hal'den (keyfiyet'ten) başka bir 'hal'e (keyfiyet'e) geçişi ifade etmektedirler. Fakat, İnkılab, genel mânâda bir hal değişimi olduğu halde, Devrim daha özel bir hal değişimi mânâsı taşımaktadır ve sadece ve yalnız, tabiî gelişmenin tabiî ve zarûrî, hattâ bazan da cebrî bir neticesi olarak, Aşağı'dan Yukarı'ya, Taban'dan Tavan'a doğru olan bir hal değişimini ifade etmektedir. Yani, Devrim, İnkılab'ın sadece ve yalnız değişme vektörlerinin aşağıdan-yukarıya yönelik (upward) olduğu bir inkılab nevidir. Meselâ, Kameralizm'in, Tanzimat'ın sebep olduğu bütün değişmeler bir şekilde inkılab kavramı altına konabilir; ancak bunların hiçbirisi, toplumsal değişme vektörleri yukarıdan-aşağıya yönelik olduğu için, bir devrim değildir. Birer "ihtilâl" ile neticelenen Fransız, Sovyet ve İran İnkılapları ve iptidasında şiddet ve kan olsa da, ihtilâlsiz gerçekleşen İngiliz Parlamenterizm İnkılabı,birer Devrim'dir.
 
Düşük şiddetli devrim: Bu terim ile, şiddetinin düşük, süresinin uzun olduğu devrimler kastedilmektedir. En büyük devrim, en kapsamlı, en radikal, en uzun süreye yayılmış olan Sanayi Devrimi, bir düşük şiddetli devrimdir.
 
II.5: Devrim ve Devlet; Özgürlük ve Teşebbüs
 
Bizim buradaki tezlerimizden birisi de şudur: "Devlet"e yakın olmak, "Devrim"e uzak olmayı sonuçlandırır. Ya da: "Devlet"e yakın olan "Devrim"e uzak olur.
 
Alt'tan gelmesi gereken bir inkılabın, yani Devrim'in en temel şartlarından birisi, "Etatizm karşısında özgürlük alanı yaratılması"dır. Etatizm'e bağlı, bağımlı, ona karşı açık ve savunmasız olanlar Devrim yapamazlar. 
 
Devrim'in temel şartı: Özgürlük! Her anlam ve içerikte Özgürlük! Özgürlük, Devrim'in bir diğer şartı olan Teşebbüs'ün de temelidir. Özgür olamayanlar, bu duyguya yabancı olanlar, müteşebbis olamazlar.
II. 6: Türkiye'de Toplumsal Değişme Vektörü; Jakoben Elitizm, İnkılab ve Devrim
 
Türkiye'nin yakın tarihinde, bilhassa - en büyük değişim ve dönüşüm olan - Batılılaşma ile birlikte, bütün sosyal değişim ve dönüşümlere ait Toplumsal Değişim Vektörü'nün yönü hemen daima yukarıdan-aşağıya, yani hep Devlet'ten - 'elitist-etatisler'den - Toplum'a yönelik olmuştur. Devlet - daha açık bir deyimle, Devlet'i temsil eden, ya da Devlet'e egemen olan ve onun gücünü taşıyan Elitler - Halk'ı, Türk toplumunu, bir yandan olağan-üstü bir biçimde tâzim ve tebcîl etmekte kusur göstermezken, diğer yandan onu tahkîr etmişler, ellerinin altında, istenildiği gibi yoğrularak, istenilen fırınlarda istenilen sıcaklıklarda pişirilerek istenildiği gibi şekil verilecek, iradesiz ve kişiliksiz bir "nesne", adetâ gasıl'ın elindeki cenaze, ya da, arzu edildiği gibi silinip-silinip formatlanabilecek bir bilgisayar diski gibi telakki etmiştir.
 
Etatist elitler, meşrûiyetlerini Toplum'dan/Halk'tan/Millet'ten değil bizzat kendilerinden, kendi zatlarından almakta, bunu bir çeşit tuhaf bir "din" haline getirmekte ve kendilerini Millet'e karşı somut bir şekilde sorumlu hissetmemektedirler; onlar Millet'e değil, kendi kutsallıklarına - ve tabiî bir de "Tarih"e - karşı sorumludurlar. Jakoben elitler, kendilerini kutsamışlardır; bu sebeple, Toplum'a hemen herşeyi dikte edebilmeyi, Türk toplumunun aksi istikamette bir irade beyanında bulunması durumunda ise, gerektiği takdirde, en şiddetli bir şekilde cezalandırılmasını da işbu tuhaf dinlerinin kendilerine bahşettiği son derece kutsal ve doğal bir hak - hattâ bir anlamda bir görev -olarak telakki etmektedirler.
 
Bunun pratik sonuçları, Devlet'in, yani Elitler'in, Türk toplumunun hemen-hemen bütün sosyal var-oluş alanlarını jakoben bir tarzda tepeden-tırnağa "formatlaması" şeklinde tezahür etmektedir: Halk'ın nasıl giyineceği, hangi müziği dinleyeceği, hattâ hangi dilden ve ne şekilde ibadet edeceği dahi onlar tarafından belirlenmek istenmiş ve bu iş de uzunca bir süre fiilen böyle yürütülmüştür.
 
İmdi:
 
1: Türkiye'de vuku bulmakta olan değişmelerin mecmuu yekûnu nazarı itibare alındığında, bilumum kemmî değişmelerin bir keyfi değişmeye delâlet ettiği, yani, bu değişmeler cümlesinin, esas itibariyle bir "keyfiyet değişmesi"ni, "bir halden bir başka hale inkılab etme"yi işaret etmekte olduğu, açık tanımıyla fiilen bir "inkılab" sürecinin yaşanmakta olduğu görülebilecektr.
 
2: Ancak bu inkılab, Alttan, Taban'dan gelmektedir. Şu halde, İnkılab terimi, yukarıdaki izahata binaen, hakikatın ancak yarım bir tavzihi ve tefsiri olacaktır. Zira, bu süreç, İnkılab'ı da aşmakta ve daha kökten, daha temelli birşeye işaret etmektedir: "Devrim"!
 
Yani, bu süreç, kısaca ifade edilecek olursa, bir "devrim" sürecidir. Türk milleti, binlerce yıllık tarihi boyunca, bugüne kadar, sadece bir tek devrim yaşamıştır ki, bu "İslâmlaşma"dır. Şimdi ise ikincisini yaşamaktadır ki bu da "Milletleşme"dir; modern anlamda 'milletleşme'!.
 
3: Taban'dan gelmekte olan her inkılab, yani her devrim gibi, bu devrim de, zorunlu olarak Tavan'a yönelmektedir. Türk toplumu, yakın zamanlar tarihinde ilk defa olarak, yukarıdan aşağıya doğru, Tavan'dan Taban'a doğru (downward) değil, Taban'dan Tavan'a, aşağıdan yukarıya doğru (upward) bir gelişme göstermektedir.
 
Türk milleti, yavaş-yavaş ama müstakarr bir biçimde bulûğa ermeye, rüştünü ispat etmeye, velâyet ve vesâyetlerden kurtulmaya, kendi iradesiyle kendisini yönetmeye, kendi-kendisinin efendisi olmaya, Devlet'ini buyruğu altına almaya, efendilerini atarak kendi-kendisinin sahibi ve efendisi olmaya, 'tebaa'dan 'vatandaş'a, 'modernite-öncesi millet' konumundan "modern millet" konumuna yükselmeye, "dünyevîleşme"ye, kısacası 'milletleşme'ye yönelmektedir.
 
Elitist-etatist jakobenizm, bu kağşamış, pörsümüş, köhne, demode, külüstür, miadı dolmuş, çağ-dışı, anakronik zihniyet, yaklaşık elli yıldan beri fiilen, ağır-ağır ama sistematik ve geri dönülemez / döndürülemez bir şekilde tarihe gömülmektedir. Yavaş ve Düşük Şiddetli Devrim'den kastımız da budur.
 
İlk defa Demokrat Parti'nin, doğrudan doğruya Halk'ı, Halk'ın kendisini iktidara taşımaya başlaması ile, Türk toplumu "tebaa"dan "vatandaş"a yükselmeye ve Toplumsal Değişim Vektörü, aşağıdan yukarıya doğru yönelmeye başlamıştır.
 
İşte, kendilerini Toplum'un dışında ve üstünde gören elitist-jakobenlerin bir türlü kabul ve hazmedemedikleri de budur: Artık, Türkiye'de, Devlet'in - bir kere daha ve vurgu ile: Devlet gücünü kullanan seçkinci jakobenlerin, yani "etatistler"in - Toplum'u cebren değiştirmeleri dönemi kapanmaya, tarihe gömülmeye başlamıştır. Artık, Devlet'in Toplum tarafından değiştirilmesi süreci yaşanmakta, Toplum'un Devlet tarafından değiştirilmesi süreci bitmeye yüz tutmakdır.
 
Günümüz Türkiyesinde toplumsal değişim ve dönüşümlerde Devlet'in bütün rolü sona ermek üzeredir; hele cebrî bir değişim-dönüşüm yapılabilme şansı ve ihtimali ise, zamanla sıfıra müncer olacaktır. Bundan böyle "Devlet"in, bu en yüce dünyevî varlığın, onun adına hükmeden, elitist-jakobenlerin toplumu formatlayan devleti olmayacağı, olamayacağı bir süreci yaşamaktayız.
 
Bu süreç henüz yeterince kuvvetli değildir, fakat, şunu kabul etmek bir zarûrettir: Tarihin büyük yürüyüşü başlamıştır. Bu, uzun, meşakkatli ve zahmetli bir yürüyüştür; ancak, durdurulamazdır.
 
Her devrim bir "Yeniden Doğum" (Renaissance), bir "Yeniden ve Kökten Yapılanma" (Instauration Magna) demektir ve dahi, her doğum mutlaka bir sancıyı, her yeniden ve kökten yapılanma, kadîm-olan ile, yerleşmiş-olan (veya "yerleştirilmiş-olan") ile ve muhakkak ki bütün kurumların en büyüğü olan "Devlet" ile hesaplaşmayı kaçınılmaz olarak intac etmek durumundadır. Bunun içindir ki, her devrim gibi bu devrim de, bizzarûre, birtakım sıkıntılara sebebiyet vermektedir, vermeye devam edecektir de. Bu sıkıntılar zaman-zaman durulsa da yeni düzenin oturmasına kadar sürecektir.
 
III. Devrim'in ve Devrim Süreci'nin Temel Karakteristikleri
III.1: Devrim'in Tabanı, Motoru, Sağ ve Sol
 
Devrim'in tabanı ve motoru, genel bir tavsif ile, muhafazakâr kitle, veya diğer adıyla "Sağ"dır. Bu bakımdan Devrim'in esas olarak muhafazakâr bir nitelik taşımakta olduğunu söyleyebiliriz. Vakıa Devrim'de Sol'un da katkıları vardır; özellikle "sivilleşme", "demokrasi" ve benzeri fikirlerin en azından bir 'söylem olarak' yerleşmesinde. Fakat, Sol, birçok bakımdan, Devrim'in karşısına dikilmekte ve ona ayak bağı olmaktadır. Bunun için Devrim ve Türk Solu hakkında bir derkenar düşmek lüzumlu addedilmiştir.
 
Özellikle son zamanlarda Sol, sezgisel olarak kavradığı Devrim'in karşısına dikilmekte ve ona engel olmaya çalışmaktadır ki, bu, Tarih'i durdurmaya çalışmakta olan ve bu sebeple de "gerici" bir hüviyet taşıyan bir tutumdur.
 
Türk Solu, bugüne kadar hemen daima, sürekli olarak jakoben-elitist tavır sergilemiş, Halk'a devamlı olarak aba altından sopa-süngü göstermiş, bazan Sovyetizm'e (Aşırı-Sol), bazan militar darbeciliğe meyletmiş, fakat Halk-karşıtı tutumunu hiç değiştirmemiştir. 1980'lerden itibaren ve özellikle Sovyetler'in yıkılmasından sonra da adetâ kendisine bir istihdam alanı ararcasına - hiçbir zaman ilgisiz kalmadığı - mezhebî ve etnik ayrımcılığa soyunmuş, ama bütün bunların yanında hiç değişmeyen bir stratejiyi ısrarla sürdürmüştür: Hep kendini beğenmiş tavrı ile kerameti kendinden menkul şeyhler gibi kendi-kendisine 'ilerici' sıfatını lûtfederek kendisini kutsamış, buna karşılık, çağının gereklerini anlamaktan daima uzak kalmış; hiç 'teknik'ten, 'proje'den, 'kalkınma'dan anlamamış, sürekli olarak çağdaşlığın ve modernliğin görünür tezahürleri ile - üst yapı ve gardrob gibi - iştigal etmiş, Batı karşısında iliklerine kadar işlemiş bir eziklik duygusunu daima sergilemiş; Din, Gelenek, Tarih ile sürekli kavgalı olmuştur. Bunda en büyük faktörün, Türk Solu'nun, toplumumuzun tarihî gelişiminin sağlıklı bir ürünü, yerli ve millî olmayışı olduğunu söyleyebiliriz. Elbette, Kant tarafından yapılan "saat metaforu" - "çalışan bir saat ile bozuk bir saat arasında, fizik kurallarına uyma noktai nazarından bir fark yoktur; yani bozuk bir saat de neticede fizik kurallarına riayet etmektedir " - muvacehesinde Türk Solu da Sosyoloji'nin ve Tarih'in kurallarına uygun olarak zuhur etmiştir: ama, 'bozuk'tur, bu toprağa ait değildir.
 
Yani, denebilir ki, Sol, Büyük Kitle'nin değişmez, daimî muhalifi olmuştur. Bunun bir bedeli olarak da Büyük Kitle, Sol'u tel'in ve tecziye etmiş, onu, iradesinin eline geçtiği elli yıldan beri ebedî olarak muhalefete mahkûm etmiştir. 
 
"Devrim" kelimesinin mûcidi olan Sol'un "devrim"den anladığı şeyi kısaca şöyle özetlemek mümkündür ki hepsi de jakoben bir karakter taşır:
 
1: Tepeden devrimler: Tamamı Jakobendir; Doğan Avcıoğlu grubunun, adından başka hiçbirşeyi demokratik olmayan "Demokratik Devrim" doktrini gibi.
2: Yandan devrimler: Marksist Sol'un sovyetçi kanadının devrim anlayışı. Türkiye'nin bir sovyet işgali veya müdahalesi ile komünist rejime sokularak toplumun 'yandan' Sovyet desteğiyle tepeden formatlanması doktrini gibi.
 
3: Alttan devrimler: Marksist Sol'un hayal ettiği "halk ayaklanması". Aynı zamanda etnikçi-mezhepçi de olan bu fikir, yine "Küba örnekli" bir jakoben darbecilik doktrinidir. Bu gelenek, Sol'un bu kanadının PKK hareketini beslemesinin asıl sebebini de teşkil etmektedir.
 
III.2: Devrim'in Değerleri
 
Devrim'in değerleri, ana hatlarıyla Sağ, veya diğer bir tabirle, Muhafazakâr değerlerdir. Ancak, bu değerlerde büyük bir oranda hâkim olan, taşralı ve köylü sağı değerleridir. Bu devrimin asıl tabanı Taşra ve Köy ve şehirlerdeki birinci nesil taşralı ve köylülerdir. Bunun asıl sebebini, bu devrimin teşekkülünde metropollerin de önemli katkısının bulunmasına karşılık, asıl olarak, Anadolu'da oluşmaya başlamasında ve şehirli muhafazakârların büyük bölüğünün birinci nesil taşralı/köylü olmasında aramak gerektiği kanaatındayım.
 
III.3: Devrim'in Ana-Rahmi
 
Devrim'in ana-rahmi, Anadolu'dur. Türk Devrimi, ana-rahmine Anadolu'da düşmüştür. Bu tarihin ve bu toprakların öz ve helâl çocuğu, temiz nesebidir.
 
Anadolu, Türk Milleti için bir Ergenekon olma istidâdı taşımaktadır. Metropollerin birtakım sebeplere binaen böyle bir devrimin motorunu ateşleyebilme yeteneğinden mahrum - veya daha az yatkın - bulunduğu ileri sürülebilir ki bunun da özü "Devlet"e ve "Batı"ya daha yakın ve daha bağımlı olma olup, iki ayrı grup altında cemedilebilir::
 
1: "Müstağriblik" ve "Levantenlik" Eğilimi
 
Büyük şehirlerin en önemli özelliklerinin başında, Dış-Dünya'ya, Devlet'e daha yakın ve Devlet müdahalesine - "etatizm"e - daha açık olmanın geldiğini söyleyebiliriz. Bu durum, metropollerde Batı kültürünün etkilerinin gerek keyfiyet ve gerekse de kemmiyet itibariyle daha büyük ve daha derin olmasına yol açmıştır. Bu etki, muhtelif veçheleri haizdir ki bunların bir kısmı müspet ve bir kısmı da menfîdir. Menfî etkilerin en başında geleni, hiç şüphesiz, "kültür yıkımı"dır. Büyük şehirler, Batı kültürünün etatist baskılarla yerleştirilmesi karşısında savunma hatları inşa edebilme bakımından daha zayıf olmuşlar, diğer bir tabirle, taşraya ve köye nisbetle Batı'nın bütün darbeleri ve Batı kültürünün hasıl etmiş olduğu yıkıcı kültür değişmeleri karşısında daha açık ve daha savunmasız kalmışlardır. Zamanla, etatist reformların kendisine belirli bir taban yaratarak yerleşmesiyle de bir mânâda tabiî bir mecraya kavuşan bu gayri tabiî durum bir yerde artık 'etatist cebir'e ihtiyaç hissettirmeyecek bir kendindenlik dahi kazanmıştır. Bu kültürel yıkımın metropollerin bazı kesimlerinde çok daha geniş, çok daha kapsamlı, çok daha derin olması hasebiyle bir nevi kültürel travma hasıl ettiği dahi söylenebilir. 
 
İşte bu kültür travması, metropollerde belirli bir nisbette bir "Müstağriblik" ve "Levantenlik" eğilimi hasıl etmiştir. Bu eğilimler - "Müstağriblik" ve "Levantenlik" - ise, bizzat "çağdaşlaşma ve modernleşme problemini" kavrayamamanın bir neticesi olduğu için, böylesi bir devrimi doğurması asla beklenemez.
 
2: "Devlet'ten Beslenme" ve "Kapı-Kulluğu"
 
Metropollerin Taşra'ya ve Köy'e nisbetle Devlet'e daha yakın olması aynı zamanda onun Devlet ile daha farklı bir organik yapı oluşturmasına yol açmıştır ki bu yapının unsurlarından birisi de "Devlet'ten beslenme"dir. 
 
Metropoller, şu veya bu şekilde Devlet ile daha yakın ve daha sıkı iktisadî münasebet içerisindedir. Bu münasebet hayatının da toplumsal gelişme açısından yine müsbet ve menfî yönlerinin bulunduğu açıktır. Menfisi şudur ki, metropoller, Devlet'in cefasını (etatizm cebri) daha fazla çektikleri gibi safasını da daha dazla sürerler. Bu sefa sürme keyfiyeti de, çoğunlukla, "Devlet kasasından ve rantlarından daha fazla istifade etme" şeklinde tezahür etmektedir. Bu tezahür ise, metropol insanının büyük kısmının bir şekilde "devlet memuru" statüsü kazanmasına yol açmıştır. Bunun bir kısmı "resmî memur"dur ve her şeyiyle Devlet ile iç-içedir. Fakat bunun yanında, bir şekilde hemen-hemen "gayri resmî memur" olan, yani, Devlet'in ksasında, rantından ve bilumum imkânlarından beslenen çok önemli sosyal tabakalar - gruplar, zümreler ve sınıflar - vardır ki bunların tamamı birlikte mütalea edildiğinde, metropol toplumsal tabakalaşmasının bir nevi "kapı-kulluğu" halinde bir örgütlenme tarzı oluşturduğu şeklinde bir neticeye varabiliriz. Bu kapı-kulluğu keyfiyeti konumuz açısından son derecede önemlidir; zira, Alt'tan gelmesi gereken bir inkılabın, yani Devrim'in temel şartlarından olan "Etatizm karşısında özgürlük alanı yaratılması" kuralına aykırıdır. Etatizm'e bağlı, bağımlı, ona karşı açık ve savunmasız olanlar Devrim yapamazlar. Bu, bizatihî bizim tarafımızdan yeniden formatlanmış anlam ve içeriğiyle, Devrim kavramıyla mütenakızdır.            
 
Zira, mükerrren ve vurgulayarak tebarüz ettirmeliyiz ki, Devrim, zatı itibariyle, Devlet'e-karşı [Anti-Etatist; "Devlet-düşmanı" değil!], Devlet'i kendisine râm etmeye, zaptetmeye yönelik ve binnetice onunla "hesaplaşmak" durumunda olan bir taban hareketidir ve ancak Devlet-dışı'ndan yapılabilir; Devlet-içi'nden asla. Hele; Devlet ile olan bağ, bağlantı, ilgi, alâka ve rabıtası bir çeşit kapı-kulluğu mertebesinde olanlarca kat'iyen! Böylelerinin konumları yanlıştır; yanlış yerde durmaktadırlar: devrim'in yolu üzerindedirler, önünü kesmektedirler.
 
Devlet'le "ağa-kul", "âmir-memur", "veren el-alan el" standartları çerçevesinde kurulan bir münasebet, özgürlüğü öldürecektir. Bütün devrimler, Etatizm'in karşısında 'bir şekilde' yaratılan özgürlük alanlarının ürünüdür. 
III.4: Devrim, Halk, ve Devrim'in İntelijansiyası
 
Devrim daha ziyade bir "Halk Hareketi" niteliğindedir. Devrim'in bir halk hareketi oluşu, Devlet rantı ile beslenmemesiyle yakın bir ilgi içerisindedir. Bu da bu hareketin bir yandan Devlet'e - Buyurgan Klik'e - karşı otonom bir özgürlük alanı yaratmasının bir neticesi olurken aynı zamanda bu özgürlük alanının genişletilmesinin de sebebidir. Devlet ile hesaplaşma da bu özgürlük alanından doğmaktadır.
 
Devrim, bir Halk Hareketi şeklinde ilerlemektedir ve henüz ciddî anlamda bir intelijansiyaya sahip olduğundan, yani, sahici mânâda bir "Devrim İntelijansiyası"nın bulunduğundan söz edilemez. Bu hareketin - en azından potansiyel olarak - intelijansiyası olmak durumunda gibi gözüken intelijansiya ana hatlarıyla üç gruptur: Milliyetçiler ve İslâmcılar ve Liberaller.
 
Milliyetçi İntelijansiya kendisini çok dar kalıplara, romantizme, mitolojik ve ütopik söylemlere ve çoğunlukla mitleştirilmiş "şahıs kültü"ne hapsetmiştir, Devrim'den habersizdir. Ancak, potansiyel olarak en şanslı aday grubudur.Çünkü, Devrim, bir yandan adı konmamış bir "naif milliyetçilik hareketi" olup, aynı zamanda netice itibariyle bir "sınaî toplum"a yönelmektedir ki bu da bu devrimin elde edeceği sonuçlardan birisinin Ulus-Devlet ve Milliyetçilik olması demektir.
 
Liberaller ise Devlet'e aşırı merbutttur. Türkiye'deki liberallerin büyük bir kısmı gerçek anlamda "liberé" değildir. Liberalizm'in temeli Burjuvazi'dir; Türk Burjuvazisi ise sahici mânâda bir burjuvazi olamayıp bir nevi "Devlet Burjuvazisi"dir, Devlet tarafından kurulmuştur, himaye edilmiştir ve de edilmektedir. Burjuvazi devleti emerek var-olmaya ve varlığını temâdî ettirmeye, yaşamaya alışkın olduğu için gerçek anlamda burjuvazi de sayılmamalıdır. Burada, yeri gelmişken çok muhtasar olarak, Türkiye'deki liberal intelijansiyanın 'garip' bir özelliğinden de söz etmek gerekecektir ki bu da, liberalliğin, 12 Eylül-sonrası'nda, ancak hassaten Özal Dönemi'ne paralel olarak, istihdam alanları daralmış veya bitme noktasına gelmiş olan eski marksistlerin kendisine aradığı yeni bir istihdam alanı olmasıdır. Nitekim liberal olduğu vehmedilen birçok kuruluşun ve hassaten medyanın önemli noktalarında bulunan neo-liberallerin önemlice bir kesrinin, aslında birer "dönme-marksist" olduğu gören gözlerden nihan olmayacaktır.
 
İslâmcı İntelijansiya¸en aktif olan kesimdir; özellikle "radikal" olarak bilinen kesim. Ancak, böyle bir devrimi taşıyamayacak kadar zayıf ve birçok bakımdan da Devrim'e ayak bağı olacak büyük kusurları havidir ki bunları şöyle özetleyebiliriz.
 
a: Bu intelijansiya Demokrasi ile kavgalıdır. Bu, büyük bir kusurdur, zira, Devrim'in kendisi ile bir çelişkidir ve bu zümrenin ufuksuzluğundan ileri gelmektedir. Zira, hakikat halde, Devrim, hem demokrasiye muhtaçtır ve hem de varacağı nokta Demokrasi'dir.
 
b: Çağdaş gerçekleri, Modernizm'i, Çağdaşlaşma'yı, Modernite'yi kavrayabilmekten uzaktır; Modernizm'i bir çeşit küfür olarak algılamakta, ne olduğu belirsiz "İslâm Bilimi", "Kutsal Teknoloji" gibi şeylerle iştigal etmektedir, denenmiş olgulardanziayde denenmemiş hülyalara iltifat etmektedirler.     
 
c: Yerli ve millî değildir. Bir kısmı Sol'un şiddetli tesirindedir; etnik ayrımcılığa soyunmakta, "Devlet ile hesaplaşma"yı "Devlet Düşmanlığı" olarak algılamakta, Vatan uğruna ölünemeyeceğinden, Bayrak'a saygı göstermenin anlamsızlığından söz etmektedir. Beri yandan Devrim, Ulus-Devlet'i intac etmek durumunda olduğu halde, bu intelijansiya, Milliyetçilik-karşıtlığı ve hattâ düşmanlığında Aşırı Sol'dan bile zaman-zaman daha ilerilere uzanmakta, "Türk" adını ağzına almamakta, aldığında da çok kereler kerhen ve hattâ tükürür gibi telâffuz etmekte; Nijerya'ya, Peştunlara duyduğu ilginin onda birini Dış-Türkler'e duymamakta; Filistin için tiyatro yazarken Doğu Türkistan'daki trajedi karşısında çirkin, pişkin ve anlamsız - aslında çok anlamlı - bir suskunluğa gömülmektedir v.s. Yine, Devrim'in tabanı Sünnî Halk olduğu halde, özellikle "radikaller" olarak bilinen İslâmcı intelijansiyanın fikrî beslenme kaynakları ve referanslarında Sünnî-dışı, Şiî veya Şiî tandanslar oldukça kuvvetlidir.
 
III. 5: Devrim'in hızı ve şiddeti: "Yavaş Hızlı-Düşük Şiddetli Devrim"
 
Devrim'in hızı yavaş, şiddeti (argümanı) düşüktür. Yani, bu, "düşük hızlı ve yavaş bir devrim"dir. Bu da, onun çok dikkatle bakılmadığı takdirde iyi anlaşılamamasına yol açmaktadır. Yukarıda da söz edildiği üzere, Devrim, ancak şimdi "farkedilebilir" hale gelmiş olmasına karşılık, tevellüdü, D.P.'den daha eskidir. Bu itibarla, Devrim'in, henüz, ilk buluğ dönemlerinde olduğunu söyleyebiliriz.
III.6: Devrim ve Demokrasi
 
Devrim'in bir başka özelliği de son derece dikkat çekici bir paradokstur: Demokrasi Paradoksu.
 
Devrim'in asıl tabanını oluşturan sosyal katmanın genel bir nitelendirme ile "muhafazakâr kitle" olduğunu söylemiştik. Bu kitlenin soyut bir kavram ve somut bir fiilî vakıa olarak demokrasiyi algılaması ve ona karşı tavrı, birtakım paradoksal durumlar arzetmektedir:
 
1. Muhafazakâr Taban, teorik planda demokrasiye karşı soğuk ve mesafelidir; bazı kesimlerinde ise daha da ileriye gidilerek, demokrasi dinî bir îtizal şeklinde algılanmakta ve ibra edilmemektedir. Bu halin, büyük ölçekte, 'dindarlık' ve hassaten 'köylü/taşralı dindarlığı' ile orantılı olduğu söylenebilir. Ancak, demokrasi karşısında - veya demokrasi yerine - ne gibi bir alternatif düşünüldüğü de belirsizdir. Şehirli muhafazakâr kitle ise demokrasiye karşı daha yatkındır ve onu vicdanında daha fazla meşrûlaştırmış durumdadır.
 
2. Buna mukabil, muhafazakâr taban, teorik planda vicdanında meşrûlaştırmakta güçlük çektiği demokrasiyi pratikte savunmaktadır. Bu, aşikâr bir paradakostur. Bu paradoksun şunlardan ileri gelmekte olduğunu söyleyebiliriz:
 
a: Batı'dan gelen her toplumsal kuruma karşı duyulan güvensizlik,
 
b: Fiilen uygulanmakta olan demokrasinin yetersizlik ve zaafları,
 
c: Demokrasi ve Laiklik arasında Laisistler tarafından kurulan bağlantı. "Demokrasi ile laikliğin ayrılmazlığı"nın, demokrasinin lâzımı gayri müfarik bir şartı olarak ve çok katı bir şekilde vaz edilmesi, Laiklik'e karşı duyulan allerjinin Demokrasi'ye de projekte edilmesi neticesini hasıl etmektedir.
 
d: Bizzat Radikal İslâmcı İntelijansiya'nın yapısından kaynaklanan "anti-demokratik direnç". Akaid (doktrin) bazında demokrasinin hâlâ kuşkucu tartışmalara konu edinilmesi ve arada sıhhatli bir bağ kurulamaması.
 
Teorik çerçevede (doktriner olarak) demokrasinin meşrûlaştırılmasındaki bu güçlüğe karşılık, pratikte demokrasiye karşı bir uyumsuzluk olduğu söylenemez. Bunun, Halk indinde, şu sebeplere bağlanması kabildir:
 
a: Alternatifsizliğin getirdiği pratik zorunluluk.
 
b: Savunma, sığınma ve özgürlük ihtiyacı. Halk, teorik olarak demokrasi ile ne kadar mesafeli olursa olsun, pratikte, etatist baskılar karşısında demokrasinin kendisi için kendisini en iyi bir sığınma ve savunma mekanizması, özgürlük alanı olduğunu görmektedir
 
c: Demokrasi, ileride 'daha mükemmel' olduğu farzedilen - fakat, ne şekilde ve nasıl olduğu da bilinmeyen - bir 'sistem'e ulaşıncaya kadar, bir nevi atlama taşı olarak da algılanmaktadır. Ancak, bir anlamda "demokrasi oportünizmi" olarak da adlandırılabilecek olan bu samimiyetsiz davranış, radikal islâmcı aydınlarda, Halk'a nisbetle daha da yoğun bir biçimde gözlemlenmektedir.
 
Bütün bu belirsizlik ve çelişkinliklere ilâveten, bir başka paradokstan daha söz edilebilir: Demokrasi ile olan her türlü ihtilâflar, demokrasiye karşı her türlü çekinceler, bizzat Devrim'in bünyesiyle ve süreciyle zıt bir paradoks teşkil etmektedir. Devrim'in kendisi, hem 'bünyesel' olarak bir demokratik harekettir hem de 'süreç' olarak. Bünyesel olarak demokratik bir harekettir, zira, Devrim, Tavan'da değil Taban'da oluşmaktadır, Halk'a (Demos'a) dayanmaktadır. Beri yandan en önemli yanı şudur ki Devrim, bir 'süreç' olarak da demokrasiyi sonuçlandırmak durumundadır. Çünkü, bu hareketin ivmelenmesindeki en büyük etken, Anadolu Sanayi Devrimi'dir. Esasen, Devrim'e 80'li yıllardan itibaren asıl şeklini kazandırmaya başlayan da budur: Bu devrim, Türk kodeksine göre oluşmakta olan bir "millî sanayi devrimi" niteliğine bürünmeye, Devrim süreci, millî karakterde bir sınaîleşme sürecine münkalib olmaya başlamış bulunmaktadır, varacağı yer, neticede bir "sanayi toplumu" olmaktır. Bu durumda, sanayi toplumu düzeyine hangi yollarla ve hangi metodlarla ulaşılmış olursa olsun, kaçınılmaz bir zorunlulukla demokrasiyi intac etmek durumunda kalacaktır.
III.7: Devrim ve Tarihin Büyük Makas Değiştirmesi
 
Devrim'in ilginç bir başka niteliği de, kendi dışındaki başka bir gelişme ile olan zamansal kesişmesi - senkronizm - olarak göze çarpmaktadır. Bu, Türk Dünyası'nın büyük bir ölçekte ayağa kalkmaya başladığı bir kutlu dönemdir.
 
***
 
Türkiye'de derinden, dipten gelen bir dalga vardır: Fay hattı çatlamış, toprak hareketlenmiştir; yer yürümektedir. Yer yürüyünce yer yerinden oynar.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 2,58 MB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim