Çalkantılar, krizler ve belirsizlikler içerisinde bunalan ve handiyse yolunu şaşırma kör noktasına gelme raddelerinde bulunan Türkiye'mizde en fazla şikâyete yol açan konuların başında "siyasî bunalım"ın gelmekte bulunduğunu ileri sürmek hiç kuşkusuz ne bir kehânet ve ne de dâhiyâne bir keşiftir. Gerçekten de en büyük problemimiz budur: Bütün tür ve çeşitleriyle birlikte derin bir siyâsî bunalım!.
Bu hususta en şiddetli bir sûrette müştekî olanlardan birisi olmakla berâber, "siyâsî bunalım" terimi ile anladığım şeyin, toplumun büyük kısmında yaygın kabûl gören alışılagelmiş manâsıyla bire-bir özdeş olmadığını, hattâ temel sebepleri bakımdan hayli radikal bir farklılık içerisinde bulunduğunu da belirtmeliyim.
İmdi; önce, ülkemizdeki siyâsî bunalımı, hiçbir detaylandırmaya elverişli olmayan bu daracık sütunda kabaca iki başlığa indirgediğimi belirteceğim: Tavan'daki bunalım ve Taban'daki bunalım. İşte, benim "radikal olarak farklı" olduğunu ileri sürebileceğim görüşüm bu ikisinin arasındaki ilişkilerde yatmaktadır.
Şahsî kanâatime nazaran, siyâsî bunalımın beslendiği asıl ve en büyük menbâ, yaygın kanâatin aksine Tavan'da değil, Taban'da, yâni Toplum'da aranmalıdır: Tavan'daki siyâsî bunalım, esas îtibâriyle toplumdaki tıkanmalar ve yetersizliklerden beslenen bir bunalımdır. Daha önce birkaç yerde de anlatmaya çalıştığım üzere [meselâ, bkz: "Siyâset ve Kirlilik"., Türkiye Günlüğü., Sayı: 65., Bahar 2001-02, Ankara., s.20-27], siyâsetin iyi veya kötü, kirli veya temiz olmasını sâdece "yukarıdakiler", yâni yöneticiler ile ilişkilendirmek, Siyâset denen bu en büyük ve en belâlı beşerî oyunun herkesin değil ancak dar bir elitler zümresinin işi olduğu fikrine istinâd eden anakronik bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Mîadını çoktan doldurmuş olan tarih kaçkını bu eski ve geri düşünceye göre, Siyâset, "yönetenler" ve "yönetilenler" şeklinde birbirinden farklı ve ayrışmış iki kısma taksîm olunan bir cemiyette ancak "iyi yöneticiler" eliyle iyi ve temiz olabilir; aksi hâlde kaçınılmaz olarak kötü ve kirli olmaya mahkûmdur. Yönetilenlerin yönetenlerin elinde gassalın elindeki meyyit gibi tamâmiyle pasif olduğunun - veya olması gerektiğinin - farzedildiği böylesi bir antik cemiyet anlayışı nizâmında temiz ve iyi bir siyâsetin şartı da temiz ve iyi yöneticiler olmaktadır. Fakat asıl problem de burada ortaya çıkmaktadır: 1: Siyâsette "temiz ve iyi" ne anlama gelmektedir; bu kavramların kriterleri nelerdir ve binâenaleyh, "temiz ve iyi yönetici" ne demektir; 2: Şâyet siyâsetçiler (yöneticiler) temiz ve iyi değiller veya olmamaya teveccüh etmekteler ise, ne yapılabilir?
Bu suâllere, toplumu bu şekilde ayrışmış farzeden ve bunu tabiî ve normal kabûl eden bütün teorilerin vermekte olduğu cevapların Platon'dan günümüze kadar özü îtibâriyle fazla değişmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Kısaca ifâde edildikte, suâlin ilk kısmına toplumdan kopuk, müteal bir "ideal iyi adam" idesi üzerine dayanarak cevap veren bu teoriler, ikinci kısma da birincisine bağlı olarak, siyâsetin pasif nesnesi olarak addedilen toplumdan kopuk bir şekilde, kendi içinde birtakım tedbirler önererek cevap vermektedirler. Burada tafsîl edilmesi mümkün olmayan bu cevaplar ve çözüm yollarının hiçbirisi, bu zorlu problemi çözme konusunda tatmin ve iknâ edici olabilme niteliğini hâiz değildir. Gerçek şudur ki, Toplum'u, kendisini değiştirmek, kendisi için iyi olanı yine kendi ihtiyar ve irâdesiyle elde edebilmek ve/veya kendisi üzerine yapılan bir ameliye demek olan Siyâset'i tâyin edebilmek konusunda tam mânâsıyla sonsuz bir "atâlet"e (inertia) mahkûm addeden bu kabîl anakronik siyâset doktrinlerinin hepsi, problemin çözümünü o probleme sebebiyet verenlerin kendisinde aramakta olduklarından, başarısızlığa boyun eğmeye mecburdur.
İmdi; ülkemizde hâkim siyâset kültürünün de aşağı-yukarı bu merkezde kemikleşmiş, anakronik bir kültür olduğunu ve radikal bir kırılmaya mâruz kalabilmesi için daha çok büyük mesâîler sarfedilmesi ve bunun için de îcap eden bütün bedellerin ödenmesi gerektiğini açık bir yüreklilikle îlân etmek, zihni açık ve dürüst her gerçek entellektüelin omuzlarında tarihî bir vazife olmak mevkıindedir. Filhakîka, demokrasi ve parlamenterizm tarihimiz her ne kadar teorik olarak bir asrı aşkın bir mâzîye sâhip olsa da, kâfî miktarda uzun olmamakla berâber pek de kısa sayılmayacak olan bu müddet zarfında ülkemizin gelmiş bulunduğu nokta, hâlâ bu kadîm siyâset kültürünün bakıyyesinin üzerimizden atılamamış olduğunu bilbedâhe izhâr etmektedir. Nitekim, siyâsî bunalımlardan müştekî bulunan cemiyetimizin - entellektüeller de dâhil olmak üzere - hemen-hemen bütün tabakalarında hâkim bulunan muhtelif görüşlerin ortak paydası, insanı çileden çıkaracak bir zihin donukluğunun mahsûlü olan bir zihniyet zaafiyetinin göstergesi olarak, hâlâ ve herşeye rağmen, kendisini siyâsetin pasif nesnesi addetmeye ve siyâsî bunalımın çözümünü, bizzat o bunalıma yol açanların kendilerini ıslah etmelerini ümîd etmeye devam etmek olarak özetlenebilir.
Kant'ın tâbiriyle, insanın yaratılmış olduğu eğri odundan düzgün olan hiçbir şey çıkmayacağı için, bu eğri odunun en eğri sektörü olan ve tabiatı muktezâsınca "kirli", kirlenmeye en açık beşerî bir var-oluş alanı olan siyâset bu temel sebebe binâen asla hiçbir zaman mutlak anlamda temiz olamaz; ancak kiri azaltılabilir ve mâkul ve tolere edilebilir bir hadde çekilebilir. Fakat bu zihniyet ile kat'iyen! Hele sâdece kendisi için çalışan bir mekanizmaya dönüşmüş bulunan Türkiye'nin iyiden-iyiye ıslah olma kaabiliyetini kaybetmiş dejenere siyâsî yapısından böyle bir şey asla beklenemez.
***
Şu hâlde çözümü toplumun kendisinde aramalıyız: Siyâset'in herkesin işi olduğunu kabûl eden, aydınlanmış, temiz ve hür ve cesur gerçek "vatandaşlar"dan müteşekkîl olgun bir cemiyet inşâ edilmediği sürece bu krizlerden asla başımızı alamayız; bugün nisbî bir kurtuluş olsa bile yârın mutlaka ve belki daha büyüğü kapımızı çalmak üzere hazır bekleyecektir.
|