Yığınlardan, halklardan millet olmaya giden süreç son derece karmaşık ve zorludur; böyle olmasaydı her toplum ve her topluluk millet olabilirdi, ama sonuç böyle değil. Millet, genetik değil tarihi ve kültürel bir oluşumdur ve millet olma süreci de uzun ve meşakkatli bir tarihi yolculuktur; bedeli ağır bir yolculuk. Bu sürecin karmaşıklığı ve zorluğu, yolculuğun uzunluğu ve meşakketliliği, ödenen bedellerin ağırlığı, niçin her toplumun ve her topluluğun millet olamadığını ve olamayacağını açıklar. Millet olmaya giden sürecin başlangıcında, kendisini tanıma vardır; kendisini tanıma ise kendisi olmayan ile tanışmak, farklılıklarını keşfetmekle olur; insanlar kendisi-olmayan ile tanışınca kendisinin sadece 'birşey' değil, aynı zamanda 'farklı birşey olduğunu' da idrak eder: Artık O, yeryüzünde diğer insan grupları arasında tekil ve diğerlerine benzemez bir şeydir. Bunun yanında bir başka mühim faktör, kazanımlar ve kayıplardır. Hiçbir insan topluluğu sürekli kazanmaz, bugüne kadar da kazanmamıştır. Kazançlar ve zaferler kadar kayıplar ve mağlubiyetler de kendilik ve kimlik bilincini oluşturur. Bu itibarla, millet olmak, bir anlamda, tarihin örsünde, akıyla karasıyla dövüle dövüle ham demirden çelik olmak demektir.
Herkesin birbirine benzediği ve bire-bir özdeş olduğu bir farksızlıklar dünyasında, açıktır ki, bütün toplumlar tek bir kimlik sahibi olacaklardır; tek bir kimlik ise kimliksizlik ile eş-değerdir. İşte, bu sebepten, biz-olmayan, bizim gibi olmayan, bize kim olduğumuzu da öğretir. Cenab-ı Hakk, yüce kitabında, bir erkek ve bir dişiden yarattığı insanları kabileler ve şubeler (milletler) halinde taksimatlandırdığını ve bunu da, onların birbirleriyle tanış olmalarını sağlamak için yaptığını buyurur ki, bu, Adem oğullarının bu şekilde taksimatlandırılmalarının husumet değil dostluk gayesine müteveccih olduğunu ihtar etmek demektir; ancak ne yazık ki, yine insan, kan döken ve fesad çıkarandır da aynı zamanda ve bu da çatışmaların kaynağını oluşturur. İşte, burada, ölüden dirinin, geceden gündüzün çıkması gibi bir diyalektik sonucu, düşmanlıklar ve çatışmalardan kimliklerin ve aidiyetlerin doğduğunu da görmekteyiz. Filhakika, bizim gibi olmayanların, bizden olmayanların bir kısmı düşmandır ve şaşırtıcı gibi gelebilir, ama, düşman bize kim olduğumuzu da öğretir. Yani, bir toplum kendisini esas itibariyle biz-olmayanların en şedidi olan düşman üzerinden tanımlar ve milli kimliğini düşman üzerinden inşa eder. Bu itibarla, tarih boyunca kavi düşmanları olan toplumların millet olma süreci daha hızlı olduğu gibi, milli kimlik bilinci de daha kavi olmaktadır.
Türklerin milletleşme süreci de şüphesiz bu genel kanuna tabi olarak gelişmiştir. Bütün Türk boyları içerisinde bu sürecin en yoğun biçimde geliştiği ve milletleşmenin en üst düzeye çıktığı Türk boyunun Türkiye Türkleri oluşunda da, keza, aynı faktör birinci dereceden tayin edici olmuştur. Nitekim, İmparatorluğun "Felaket Yüzyılı"nın aynı zamanda millet olmaklığın kemal çizgisini teşkil edişi de aynı sebeple bağlantılıdır. İşte bu noktada Bayburt'un büyük ölçüde nevi şahsına münhasır hususi konumu dikkat çekmektedir.
Bayburt, birçok bakımdan, Anadolu Türklüğünün tipik bir nümunesidir: Gösterişten, abartıdan uzak, sağlam, samimi, içselleştirilmiş bir Müslümanlık, bir Türk Müslümanlığı; cinayet, kan davası, fuhuş, hırsızlık gibi utanç verici, yüz kızartıcı suç ve fiillerin handiyse hiç bilinmediği, mazbut ve ahlaklı bir yaşantı; ağa-maraba ilişkisinin bütün tarihi boyunca hiç mevcut olmadığı, sıhhatli, adil, demokratik, geleneklerin mümkün olabildiği en iyi ölçekte geliştirilerek muhafaza edildiği, veya diğer bir deyimle, muhafaza edilerek geliştirildiği, boşanmanın adeta hiç yaşanmadığı sağlam aile yapısıyla modern muhafazakar bir toplum.
... ve çok sağlam, çok güçlü, çok köklü bir milli kimlik bilinci.
Bayburt'un bu vasıfları içerinde, konumuz mucibince, bilhassa sonuncusuna dikkat nazarlarını celbederken, bir hususu da ehemmiyetine binaen tebarüz ettirmekte fayda görmekteyim. Bayburt'un işbu sağlam milli kimlik bilincinin teşekkülünde en başta gelen amillerden birisi, çok erken dönemde Türk fütuhatıyla tanışarak bir Türk beldesi olmuş olması yanında, bilhassa yakın tarihimizin iki asra yaklaşan diliminde karşı-karşıya kalmış bulunduğu felaketler olmuş; bunlar, Bayburtlu'nun maşeri vicdanında açmış olduğu derin rahneler ve yaratmış olduğu travmalarla O'nun pişerek süzülmesine büyük katkılar sağlamışlardır.
Uriel Hyde, bir memlekette milliyetçilik duygularının bütün ülke sathında homojen bir dağılım göstermeyip, bilhassa düşman ile yüz-yüze kalınan uç bölgelerinde daha büyük bir kesafete ulaştığını ve en büyük milliyetçilerin de iç bölgelerden ziyade, sınır boylarından çıktığını ileri sürerken, İmparatorluğun batı hudutlarından Selanik'li Mustafa Kemal Paşa ile doğu hudutlarından Diyarbekir'li Ziya Gökalp Beğ'i örnek olarak verir. Teorik olarak iç tutarlılığı yüksek olan bu tez, tarihi tecrübeye de büyük ölçüde uygundur. Teorik olarak iç tutarlığı hayli yüksek demiştik; zira, her ne kadar harici bir düşmanın tesiri bütün vatan sathında görülse de sınır boyları düşmanı bire-bir ve yüz-yüze tanır; düşman onun için "işte şu karşıda duran, şimdi ve burada olan" ampirik bir gerçekliktir ki, bu da, onun, düşman üzerinden kendi varlığının ve kimliğinin tanımlanmasında ve vatan hassasiyetinin ve milli bilincinin tekamül ve terakkisinde şok şeklinde bir te'sir icra eder. Ayrıca bu husus, tarihi tecrübeyle de defalarca kanıtlanmıştır demiştik; gerçekten de öyle. Başka diyarlardan başka misallere hacet duymadan sözü Bayburt'a getirmenin yeter derecede aydınlatıcı olduğunu düşünüyorum: Bayburt'ta sağlam ve sağlıklı, kökleri derinlere salınmış bir milli kimlik ve milliyetçilik bilincinin ve üst seviyede bir vatanseverlik hissinin tekamül etmesinde, şüphesiz ki, O'nun düşman ile bire-bir, yüz-yüze tanışmış ve işgal görmüş olması birinci dereceden belirleyici bir rol üstlenmiştir.
Bayburt'un ızdıraplarla yoğrulan yaklaşık son iki asırlık tarihinde karşı karşıya kaldığı bu düşmanlardan birisi Ruslar ve diğeri de Ermeniler olmuştur; hatta, öyle ki, Bayburt'un yakın tarihinin Rus ve Ermeni kabusu ile yazılmış olduğunu söylemek abartılı bir iddia sayılmamalıdır. Bütün Bayburtluların, tarih kitaplarını okumaya hacet duymadan atadan tevarüs ettikleri ve hala tüyler ürpertici acı hatıraları taptaze duran bu kabusların başlangıcı, aynı zamanda İmparatorluğumuzun felaketler yüzyılının da başlangıcı olan XIX. asrın ilk çeyreğinde vuku' bulan 1828 Osmanlı-Rus harbi olmuştur. Osmanlı'nın, tam bir kriz ve kaos döneminde patlak veren bu harp sonucunda aldığı mağlubiyet üzerine, Rus orduları Bayburt'a kadar gelerek şehri kuşatmışlardır. General Paskeviç'in toplarının tamamiyle tahrip ettiği Kale'nin Duduzar tarafı ve kamilen yıkılan iç kısmı bugün dahi Bayburtlu'nun gözü önünde, O'nda, her gün kendisine "kim ve ne" olduğunu" ve hürriyet, istiklalin ne demek olduğunu hatırlatan birer abide gibi durmaktadır. Bundan elli yıl kadar sonra patlak veren ve tarihe 1293 Harbi olarak da geçen 1878-79 Rus harbinde, Erzurum'u zorlamış olmasına rağmen Bayburt'a giremeyen Rus orduları bu kabusun ikinci sahnesini oluşturmuş; ancak, asıl büyük felaket, Bayburt'un, Türkiye'nin Birinci Cihan Harbi'nde mağlup olması sonucunda Türk kuvvetlerinin çekilmesi ile 1916 senesinde Rus işgaline girmesi ve 21 Şubat 1918 tarihine kadar işgal altında kalması ve bu işgal esnasındaki Rus vahşeti ve gerek işgal öncesi ve gerekse de işgal sonrası dönemde onları gölgede bırakan, Batı ve Rus destekli Ermenilerin işledikleri korkunç katliamlar olmuştur. Her Bayburtlu gibi benim de çocukluğumun ilk günlerinden itibaren ilk öğrendiğimiz şeylerin başında, bu felaket yıllarının karanlık hatıraları gelmiştir.
***
Şimdi bu tarihlerin ve bu karanlık günlerin üzerinden çok zamanlar geçti; Bayburt da bütün Türkiye gibi, seksen yılı aşkın bir süredir sulh ve sükun içerisinde bulunuyor. Ancak, bu sulh sükun ortamında dahi yine değişmeyen iki şey hala varlığını koruyor. Bunlardan birincisi, Bayburt'un ve Bayburtlu'nun bu felaketleri unutmamış ve unutmamakta ve diğeri de benzer karanlık günlerin sinsi bir şekilde hala canlılığını koruyor olmasıdır. Birincisi asla unutulmaz; çünkü milli-içtimai hafızaya kazınan acı bir hatıra, insan derisine kasatura ile yazılmış kanlı bir yazı gibi hep kanar ve karanlık bir gölge gibi sessizce onu takip eder. Kaldı ki unutulması doğru da değildir; hafızasını kaybeden toplumlar, tarihin çöp sepetine attığı toplumlardır zira. İkincisine gelince: Bu sükunetin arkasında, bir fırtına sessizliği bulunuyor. El'an yaşanmakta olan sulh ve sükun ortamı, aslında, dikkatli bir nazarla bakıldığında, kritik ve kaotik bir ortam mahiyetindedir.
Türkiye ile Batı arasında yüzlerce yıl süren bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar, İstiklal Harbi'ni müteakiben, Soğuk Savaş'ın nihayetine kadar, zamanın konjonktürel şartları mucibince sona ermişti; ancak bu bir illüzyon, bir yanılsama idi. Gerçekte, Türklerin Anadolu'daki varlığını asla içine sindiremeyen Batı'nın Türkleri bu topraklarda bitirme projesi hiçbir zaman iptal edilmemişti, sadece muvakkaten rafa kaldırılmıştı; çünkü Sovyetlerin Batı'yı tehdit eden heyulani gücünün tepeden tırnağa değiştirmiş olduğu ahval ve şerait tahtında, Türkiye'nin Batı'ya ne kadar ihtiyacı zuhur etmişse, Batı'nın da, bir partner olarak Türkiye'ye en az bir o kadar ihtiyacı ihtiyacı zuhur etmişti. Vakta ki Soğuk Savaş'ın bitimiyle Batı üzerindeki Sovyet kabusu sona erdi, işte o zaman Türkiye dosyası raftan indirildi; çünkü Batı'nın Türkiye'nin partnerliğine ihtiyacı kalmamıştı: Artık eski projelerin yeni şartlara göre hazırlanmış yeni versiyonlarına geçilebilirdi.
Kısacası, ülkemiz, yeni bir tehdit altında bulunuyor ve bu tehdit bu defa münhasıran Batı'dan geliyor. Batı'dan ve iki ayrı kaynaktan: Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'nden.
Teorik temelleri bin yıldan daha fazla geriye uzanan "Birleşik Avrupa" idealinin hayata geçirilmesi demek olan ve vaktiyle feodalitelerin eritilmesi suretiyle ulus-devletlerin inşaına benzer bir süreci, ulus-devletleri eriterek bir hiper ulus-devlet niteliği taşıyacak olan Birleşik Avrupa Devletleri'nin inşa edilebilmesi için çalıştıran Avrupa Birliği bu maksatla, kendi üye devletlerinin dahi parçalanmasını öngörmektedir ve bu parçalanma (fragmantasyon) sürecinde, Türkiye'nin nevi şahsına münhasır hususi bir konumu bulunmaktadır ki bu konum da, kökleri tarihte olan rövanşın alınabilmesi için, Türkiye'nin en zayıf anında yakalanmış olmasıdır. Böylelikle, bütün üye devletler üye olduktan sonra parçalanmaya tabi' tutulurken, Türkiye, üyelikten önce parçalanacaktır ve belki hiçbir zaman da üye yapılmayacaktır; yapılsa dahi, bu, bağımsız bir devletin, bir bağımsız devletler paktının üyesi olmak şeklinde değil de, müstakbel Avrupa Birleşik Devletleri'nin bir eyaleti şeklinde - hem de parçalanamış ve adı bile Türkiye olmaktan çıkmış olarak - tahakkuk edeceği için aynı kapıya çıkan bir sonuç hasıl edecektir. Avrupa Birliği'nin mütemadi surette, Kürt etnikçiliği başta olmak üzere bilumum etnik ve mezhebi ayrımcılık ve bölücülüklerin arkasında duran bir numaralı motor oluşunun asıl sebebi budur.
Sovyetlerin çöküşünden sonra yaşanmaya başlanan Tek Kutuplu Dünya döneminde gücünün zirvesine tırmanan Amerika Birleşik Devletleri ise, en müsait ve en münasip zamanın yakalandığı düşüncesiyle, vakit geçirmeden, dünya hakimiyetine giden yolları ele geçirebilmek için bizim coğrafyamızın bulunduğu bölgede, silah zoruna dayanarak, radikal harita değişikliklerine girişmiş bulunmaktadır. Orta-Doğu mıntıkasını yatay ve dikey olarak ikiye ayırmayı öngören bu harita değişikliğinde, Türkiye, her iki halde de parçalanmaya aday bir bölge konumundadır. Bu yazıda tafsili mümkün olmadığı gibi gerekli de olmayan bu projenin tahakkuku için de ABD, bir manivela olarak Kürtleri kullanmakta; böylece, bir yandan ülkemizle hala müttefik olduğunu söyleyerek onun iradesini kilitleyip pasifize ederken, diğer yandan da el altından çok dikkatli bir şekilde Kürt kartını oynayarak projesini gerçekleştirme yolunda dikkatli adımlarla mesafe almaktadır.
Bütün bu ahval ve şerait altında öncelikle bir bütün olarak Türkiye ve hususi olarak da Bayburt, dikkatli davranılmadığı takdirde, yeni bir felakete kapı açabilecek olan zor günlere doğru yürümektedir. Sözü betahsis Bayburt'a getirdiğimizde, bu bin yıllık kadim Türk beldesinin, parçalanmış bir Türkiye haritasında, bir Pontus ve/ya bir Ermenistan projesinde erimesi/eritilmesi işten bile olmayabilir.
***
Yeni bir dirilişe ihtiyacımız var. Bu diriliş için muhtac olduğumuz şey ise, yaşanmış tecrübelerin boşa yaşanmamış olduğunu isbat edecek basiret ile, onlardan gereken dersleri çıkararak, Kant'ın deyimiyle, insanlar arasındaki tabii halin, her an patlamasa bile her an patlayacakmış gibi duran bir savaş hali olduğunu asla hatırdan çıkarmayarak, hiçbir sulh ve sükun döneminin kendiliğinden ebediyyen sür-git devam etmesinin hiçbir garantinin bulunmadığını, ve, sahip bulunduğumuz vatanımızın, hürriyet ve istiklalimizin, O'na sürekli olarak sahip çıkmayı başaramadığımız takdirde bir gün elimizden alınabileceğini unutmayarak uyanık davranmaktan ve bunun için de milli hassasiyetlerimizi ve değerlerimizi dikkat ve ihtimamla korumaktan ve icap edeni kusursuzca ifa etmekten ibarettir.
Bu maksatla, sinsi ve derinden işleyen bir kriz ve kaos döneminde Bayburt üzerine düşünmek, apayrı bir ciddiyet ve ehemmiyet kesbetmektedir.
Çünkü Bayburt demek, Türkiye'nin tam kalbinden bir kesit, Türkiye içinde Türkiye için bir model demektir.
|