Bir önceki yazının sonundaki şu cümleyi hatırlatarak girizgah yapalım: "Siyaseten mağlup olan Roma dahi, kendisini mağlup edenleri mağlup etmiştir. Öyleyse, siyaseten de galip olan Çağdaş Roma karşısında, bizim nomadlarımızı ne beklemektedir, acaba?"
Evet, dostlar: Roma, kendisini mağlup eden barbarları dahi uzun asırlar boyunca kültürel olarak mağlub etmiş, onları sindirmiş, "Avrupalı" yapmıştır: Avrupalı, yani, Yunan, Roma ve Hristiyan kültür potasının evladı! Öyleyse şimdi, Roma'nın bugüne kadar "Avrupalı" yapamadığı son nomadlar, son barbarlar olan Müslüman Türklerin Avrupa'ya kendilerini can havliyle atan boynu bükük ve ezik sığıntıları, Vatan küskünü Muhacirleri İkinci Roma'da neler beklemektedir, acaba?
***
İmdi: Devlet ile Vatandaş arasında git-gide tırmanan güven krizi ve ihtilaflar yüzünden, bu güzel toprakları yaşanacak bir Cennet'e dönüştürmek üzere, Vatan'da sivil ve medeni bir mücadele vermek yerine, Türkiye'den umudunu keserek küskünlük halet-i ruhiyesi ile Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere yurt dışına gitmeyi tercih edenlerin bu kaçışını Peygamberani bir Hicret'i ihsas ettirerek yücelten bazı yazarların ciddi hatalar işlemekte olduğunu anlatmaya çalıştığımız bu yazı serisinin bu son kısmında, Hicret kavramı üzerinde duracak ve önce, bu mevzuda terminolojileri yanlış kullanmaktan kaynaklanan ve zihinleri iğfal eden, çok fahiş iki hataya temas edeceğiz ki bunların ilki şudur: Arapça "terketmek, ayrılmak" manasındaki "hecr" mastarından türemiş olan "Hicret" kelimesi dini terminolojideki dar ve hususi kontekstinde, gayri müslim bir ülkeden bir İslam ülkesine göç etmek manasındadır; İslam toprağından harice değil. Halbuki Post-Modern Hicret teorisyenleri bu kavramı tersine çevirmekte, bir Müslüman ülke olan Türkiye'den bir gayri müslim ülkeye göçü tanımlamak üzere kullanmaktadırlar.
Çok dikkatsiz ve çok ihtimamsız bir terim kullanma mahsulü olan ve "hata" olma sınırını dahi tecavüz edip "yanlışlık"a dönüşen bu yanlış-bilgilenme ve bilgilendirme, buna bağlı olarak başka bir mühim zihin iğfaline daha sebebiyet vermektedir: Türkiye'den Avrupa'ya veya bir başka ülkeye vuku' bulan göçü "hicret" kavramı ile ifade edip bir de bundan sonra "Hicret'in getireceği bereketlerden" söz edince, bu ifadeler haliyle, zihniyet dünyamızdaki belirli bir hicrete, Fahr-i Kainat Efendimizin kutlu Medine hicretine link yapmaktadır ki bu suretle bir yandan Avrupa göçmenleri bir nevi' zamane sahabesi mevkıine terfi ettirilirken diğer yandan da göç edilen bu gayri müslim ülkeler de, bilhassa - post-modern islamcı entellektüeller indinde daha henüz birkaç yıl öncesine dek bir şeytan diyarı hükmünde iken ne hikmetse kısa bir müddet zarfında bir tür post-modern medine mevkıine yükseltilen - Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere Amerika yahut Kanada vesair memleketler de birer zamane medinesi mevkıine terfi ettirilmiş olmaktadır. Bu, artık bir yanlışlık değil, çok daha fazla birşey olmaktadır.
İkincisine gelince: Semavi dinlerin tarihinde birçok hicret hadisesi vardır ve hemen-hemen hepsi de bu konteks çerçevesindedir: Zulüm altında bulunan bir gayri İslam beldesinden İslam toprağına göç. Mesela İbrahim Peygamber, Allah'ın emri üzerine, kendisine zulmeden Nemrud'un ülkesini bu şekilde terketmiştir (Ankebut: XXIX/26). Ahlaksızlığın sembolü olan Sodom ve Gomore'yi ıslah edemeyen Hz. Lut da bu zulüm ve fesad diyarını terkederek hicret etmiştir (Hud: XI/80-81). Bu şekilde hicret eden bir başka nebi de Hz Şuayb'dır (A'raf: VII/88). Hz Musa ise, tarihteki en meşhur hicretlerden birisini gerçekleştiren peygamberlerdendir; tam bir "daru-l-harb" olan, Firavunların "yaşayan ilah" addedilerek taabbüd edildiği Mısır'dan, kendisine inanan mü'minlerle birlikte sıkıntılı bir yolculuğu göze alarak İsrail kavminin ülkesine gitmiştir (Yunus: X/90; Taha: XX/77-78; Şuara: XXVI/52-67). İleride kısaca temas edeceğimiz başarısız Habeşistan Hicreti bu noktada bir aykırılık gib görünmektedir ve esa solarak bir istisna mahiyetindedir.
Gelelim "Hicret" kelimesinin İslami literatürdeki dar ve özel anlamına.
Evvelemirde dikkat edilmesi muhakkak surette iktiza eder ki, Müslümanların takvimlerine başlangıç olarak kabul edecekleri kadar ehemmiyetli, İslam tarihinde tam bir dönüm noktası teşkil eden, literatürümüzde ayrıca belirtilmediği takdirde bu kelimenin tek karşılığı olarak algılanan Hicret, ilkin yapılan ve Bi'set'ten beş sene kadar sonra (Miladi 615) sayıları en fazla 109'a kadar ulaştığı tahmin edilen birkısım sahabenin gerçekleştirdiği Habeşistan Hicreti değil, ondan yedi sene sonra (Miladi 622) Resul-i Ekrem Efendimiz ve ashabının gerçekleştirmiş olduğu "Medine Hicreti"dir.Söz konusu hicret ise çok belirgin bazı hususiyetler taşımaktadır ki ilki şudur: İşbu Medine Hicreti, bir "kaçış" değil, bir "stratejik geri çekiliş"tir.
İmdi: Bir kere Hicret'te, yani Medine Hicreti'nde, hicret edilen yer (Medine, veya Yesrib), terkedilen yer (Mekke) gibi, aynı Arap ülkesidir, toprağı aynı Arap toprağıdır, dili aynı Arap dilidir, halkı aynı Arap halkıdır. İkincisi, Peygamber-i Zişan, ana tarafından Medineli'dir; Medine'yi de tanımaktadır, hatta çocukluğunda bir müddet kaldığı bu yeşil Arap beldesinde yüzme öğrenmiştir. Kezalik, diğer ashabın da bu şehir ile benzer bağlantıları bulunmaktadır; Mekkeliler ile Medineliler birbirlerini oldukçaiyi tanımaktadırlar, aralarında bir 'ecnebilik' yoktur. Bunlardan maada, en mühimi de şudur: Abdullah oğlu Muhammed, "Muhammed Resulullah" - selat ve selam O'nun üzerine olsun - olduktan sonra bu şehre hiç adım atmamasına mukaabil, İslam Dini, Mekkeliler kadar Medineliler tarafından da bilinir hale gelmiş ve daha fazla olarak, Mekkeliler'den ziyade Medineliler arasında taraftar bulmuştur. Nitekim, Hz. Peygamber, Medine'ye, Medineli bir grup mü'minin daveti üzerine göç etmeye karar vermiştir.
Üçüncü olarak, artık çoktan bir İslam kenti haline gelmiş bulunan Medine'de, Mekkeli muhacirleri bağırlarına basmaya hazır bir "Yardımcı" kitle de mevcuttur; öyle ki, Şanlı Peygamber, Medineli mü'minler tarafından yolu dört gözle beklenir hale gelmiştir. Nitekim, Resul-i Ekrem'in şahsi hicretinde, Medine o gün gerçekten de bir festival günü yaşamaktadır adeta; heyecan zirvede, gözler ufukta; herkes O'nu beklemktedir. Beklenti o kadar muhteşemdir ki, O'na ve İslam'a karşı olanlar dahi bu aşırı toplumsal teveccüh karşısında muhalefetlerini açığa vurmaktan çekinir olmuşlar ve kendilerini gizlemek ihtiyacını hissetmişlerdir. Ve nihayet, günlerdir yolu gözlenen kutlu yolcu, yanında "Mağara'daki iki kişiden ikincisi" olan en sadık dostu olduğu halde günler süren meşakkatli bir yolculuktan sonra Yesrib'e girdiğinde Arapların bu ikinci büyük şehrindeki heyecan zirveye yükselmiştir. Nitekim, bu kutlu günün hatırasına bestelenmiş olan, "Tala'al-bedru aleyna / Min-seniyyati'l-weda" mısralarıyla başlayan pek meşhur şarkı bu görkemli karşılamanın en canlı hatıralarından birisi olarak hala bugün dahi Müslümanların dillerindedir.
Bu sebeple, Medeni Hicret'teki stratejik geri çekiliş gayesine vasıl olmuş, on sene sonra da kat'i netice istihsal edilmiştir. Ama Habeşistan Hicreti'ndeki vazıyet hiç de öyle değildir; zira bu ilk hicretteki şartlar Medine'dekine nazaran son derece farklıdır; orası, daha Peygamber adımını atmadan bir İslam beldesi olmuş olan Yesrib gibi değildir; dini başka, dili başka insanların, Hristiyan Habeşliler'in ülkesidir; orada kendilerini bağırlarına basacak "Ensar" yoktur, onun için de onlar, bu ülkede din kardeşleri tarafından yolları hasretle gözlenen "aziz misafirler" değil, birer "sığıntı" olmuşlar, bu ülkede kalabilmeleri için Hristiyan Hükümdar Ashabe en-Necaşi'nin huzurunda sıkıntı veren bir imtihandan geçerek "vize" almaları icap etmiştir. Netice de pek ümit verici çıkmamıştır; Muhacir Sahabe Habeşistan'da bir İslam kıvılcımı tutuşturamadıkları gibi içlerinden az da olsa din değiştirip Hristiyanlaşanlar da görülmüştür. Nihayet, Sahabe, çaresizlikten kendilerini adeta kaldırıp can havliyle fırlatıp attıkları ve fakat hiç ısınamadıkları bu yad-yaban ili zamanla terketmiş, "vatan"a avdet etmiştir.
Şu halde, tarihte de her hicret aynı değildir; şartlar başka olduğnda sonuç da başka olmaktadır.
***
Şu halde, günmüzde de, küskünlerin hicretinden çok mühim şeyler beklemek aşırı iyimser bir romantizm olacaktır; Küskün Muhacirler vatanlarını terketmekle "içerideki" hürriyet ve istiklal mücahitlerini yalnız bırakarak onlara ihanet edecekleri, çöküntüyü hızlandıracakları gibi; gittikleri yerde de mühim neticeler elde edemeyeceklerdir. Zira, gittikleri yer, Medine değil Habeşistan hükmündedir; onları orada heyecan içinde bekleyen Ensar da yoktur, "Tala'al-bedru aleyna" şarkısı da; Onlar, orada, birer sığıntıdırlar ve hep öyle kalacaklardır: Bir zamanlar Avrupa'nın karşısında bütün Türk ve İslam dünyasını tek başına temsil eden, nefret edilse dahi saygı gören kahraman ve fatih mağrur Türklerin, ruhları eziklik duygusuyla çökmüş zavallı "sığıntı" çocukları! Bu, Avrupa'nın bütün tarihi boyunca en büyük hasretle beklediği intikam anı olacaktır: Dün kendilerini korkutan mağrur Türklerin çocukları bugün ayaklarına kapanmaktadırlar: Şerefini kaybetmiş, boynu eğik, omuzları çökük, dizlerinin üstüne kapanarak af ve nedamet dileyen zavallılar güruhu olarak! Roma'nın bugüne dek terbiye edemediği "son barbar", "son nomad" olan azametli Türklerin silik saygıya müstahak olmayan,, şahsiyetsiz bir yığına, birer insan müsveddesine dönüşmüş ve kendisini kendi eliyle teslim etmeye gelmiş çocuklarıdır onlar. Zaman, artık bu son barbarlara Yunan'ın çanağını doyasıya yalatmanın, ağızlarına Roma'nın gemini takmanın, sağrılarına Roma'nın eğerini vurmanın, üstlerine Hristiyanlığın şalını örtmenin zamanıdır!
***
İmdi: Açık kanaatimi söylüyorum: Muhacirlerin alacağı netice, "Alamanya Gurbetçileri"ninkinden belki biraz daha ileri olacaktır; olsa-olsa gittikleri ülkelerin tolerans hudutları dahilinde bir "Müslüman Gettolaşması", ferdi haklar ve hürriyetler ve buna mümasil başka konularda esasa müteallık olmayan bazı kazanımlar.
Fakat Muhacirler bunun yanında çok ciddi bazı tehditler ve tehlikelerle karşı-karşıya kalacaklardır; bilhassa Türkiye'nin hesapsız-kitapsız bir şekilde Avrupa Birliği denen kızgın potanın içine dalması durumunda, arkalarındaki bütün köprülerin ateşe verilmesiyle, yapa-yalnız ve çaresiz kalacaklardır ki bunlar da kırılan bir kemiğin acısının soğuma döneminden sonra hissedilmesi gibi can yakıcı bir hal alacak olan devasız bir hastalığa dönüşecektir. Bu devasız hastalık, kendisini zaman içinde gösterecektir. Düşünülmelidir ki, bu hicretin elli yıl sonrası da var, yüzelli yıl sonrası da!
Küskün Muhacirlerin, İkinci Roma'nın kapısındaki son barbarların ikinci nesilden itibaren kaybetmeye başlayacakları ilkşey dilleri olacaktır; Dil Problemi'ni, iyi niyetli de olsa neticeten aptallık sınırındaki bir saflıktan başka birşey olmayan beklentilerindeki travma takip edecek, Din Problemi ile karşılaşacaktır. Oraya "daha iyi müslümanca yaşama" hayali içinde gidenler, en fazla birkaç nesil sonra din duygularının köreldiğini görecek ve evlatlarının ibahiliğe, dinsizliğe ve hatta Hristiyanlığa kayışlarına şahitlik edeceklerdir.
Çünkü, Avrupa, kendi kıt'asında İslam'a izin vermemiştir, bundan sonra da vermeyecektir! Ve yine çünkü, mağluplar, kaçınılmaz bir şekilde gaalipleri taklid etmeye temayül gösterirler; bu, tarihen sabittir.
Bu noktada Haldun'a kulak verelim: Üstad, Mukaddime'nin IInci bölümünün XXIIIncü maddesinde "mağlup, ebedi olarak galibin şiarına, kıyafetine, mesleğine, sair ahval ve adetlerine tabi olmaya düşkündür" der ve bunu da şöyle açıklar [Mukaddime., Hazırlayan: Süleyman Uludağ., Dergah Yayınları., İstanbul, C: I, İkinci Baskı, Mayıs 1988, s. 465 v.dv.]:
"Bunun sebebi şudur: İnsan, kendisine galip gelende, bir kemal bulunduğuna itikad eder ve ona boyun eğer. Ya tazimde bulunulması gerektiğine inandığı kemali nazar-ı itibara aldığı için böyle hareket eder veya kendisindeki inkiyad halinin, "tabii bir galebeden değil, galipteki kemalden ileri geldiği yolunda bir hataya sürüklenmiş olduğu için böyle davranır. Böyle bir yanlışlığa düşülmesi ve bunun aralıksız devam etmesi, bir itikad meydana getirir, bir inanç ortaya çıkarır. Bunun neticesi olarak galibin bütün yol ve yöntemlerini benimser, her hususta onun yolunu tutar, ona benzemeye çalışır (teşebbüh, temessül, adapt, assimilation). İktida işte budur (tebaiyyet, taklit, imitation)."
"Veyahut da mağlubun galibe uymasının sebebi, - Allah daha iyi bilir -, galibin galebesi ve zaferi ne asabiyet ne de zorlu bir güç sayesinde değildir. Sadece adetlerine, ananelerine, takip ettiği yol ve usullere dayanmaktadır, diye bir görüş sahibi olmasıdır. Onu böyle bir hataya sürükleyen yine galebe ve zaferdir, bu da ilk sebebe racidir."
"Bu sebeple ebedi olarak mağlubun, kendini galibe benzetmeye çalıştığını, kılıkta - kıyafette, binme ve nakliye vasıtalarında, silahta, bunun, yapılışında ve şekillerinde, daha doğrusu tüm sair hallerinde onun gibi olmaya çalıştığını müşahede edersin."
***
Onun için, diyorum ki:
Ey Muhacirler! Ey "mağlup" bir medeniyetin çocukları olarak galiplere sığınan küskünler! Tahsil için, ilim için, kariyer için, ticaret için, dünyayı görmek ve tanımak için, zihninizin açılması için dışarıya gidiyorsanız, sizi tebrik ve teşvik etmek isterim, ben de sizinle beraber olmak isterim! Fakat; Vatan'a küserek, burada hak yok, hürriyet yok, inancımız baskı altında diyerek giyorsanız; gitmeyiniz!
Demokrasi, Hak ve Hukuk mücadelesini burada, "Vatan"da yapınız! Dininizi her şeye ve her şeye rağmen burada yaşayınız; bu yüce değerler için dövüşünüz, kaçmayınız!
Geri Dönünüz!
Gittiğiniz yer Medine değil, Habeşistan! Gittiğiniz yer Daru'-Harp! Gittiğiniz yer Roma!
Vatan dövüşmeden terkedilmez!
***
Bir sorum da Devlet'e:
"Hey Devlet! Ne yaptığının farkında mısın? Sende akıl hiç mi kalmadı?"
|