Dostlar; vatanıma canım feda; ama samimiyetle konuşalım; Türkiye, birçok bakımdan "iyi" bir ülke, ama "kalite" nokta-i nazarından hiç de öyle değil! Kimse bana kızmasın; elimde çok fazla delil var; şimdilik bu aykırı fikrimin birçok hüccetinden sadece birisini söyleyeyim: Bu ülkede bol-bol ve de çok şey konuşuluyor ve yazılıyor; ama Allah için, yani hatır-gönül dinlemeden söyleyelim, ekseriyetle boş şeyler konuşuluyor ve yazılıyor; bu memleket, adeta bir boşboğazlar ülkesi! Nitekim; Kemal Derviş'in hazırlamakta olduğu ve uzunca bir müddetten beri bütün toplum kesimlerince büyük bir merakla beklenen "Program", nihayet geçtiğimiz hafta (14 Nisan, Cumartesi) açıklandı. Fakat, bu denli büyük bir hayati ehemmiyet atfedilen bu program üzerine de hemen her mevzuda olduğu gibi, aynı zihniyet tembelliğimizin ve sığlığımızın bir nişanesi olmak üzere, mümkün-mertebe komplekslerden ve dar ufuklu ve basit siyasi ve ideolojik mülahazalardan arınmış, doyurucu, tatmin edici, derinlikli ve çok yönlü tartışmaların, fikir müzakerelerinin, analizlerin yeter derecede icra edildiğine henüz şahit olmuş bulunduğumuzu söyleyemeyiz; ve dahi, kötü bir kehanette bulunmak istemem ama, böyle bir ümit de henüz ufukta görünmüyor.
İktidar, her zaman vaki olduğu üzere, bizim yaptığımız her şey iyidir diyor ve kendisine toz kondurmuyor; alternatifisizim diyor ve bunu bir şantaja dönüştürüyor; Kabine'de bir revizyon yapmayı, hiç olmazsa adı-sanı belli birkaç büyük hırsızı kızağa çekmeyi, sokağa teslim olmak olarak anlıyor ve bir de kalkıp gösteri yapan esnafa "Patrona Halil" demek saygısızlığında bulunuyor.
Muhalefet de, yine her zaman vaki olduğu üzere, bizim yapmadığımız hiçbir şey iyi değildir diyor ve felaketten siyasi rant çıkarmaya çalışıyor; kendilerinin sanki hiç denenmediğini zannediyor; söylemlerinde bile bir dağ çobanı sığlığı var.
Bu akıl fukaralarının anlamadığı birçok şeyden birisi de şu: Türkiye'de Siyaset, toptan bitiyor: İktidar da bitiyor, Muhalefet de!
Buluğun eşiğinde, ama henüz ermemiş, rüşdünü isbat etmeye henüz muvaffak olamamış Toplum'a gelince: Şaşkın, mütereddid, öfkeli; siyasetçiye kızgın; ama ne yapacağı ve yapması gerektiği hakkında sarih bir fikri yok...
***
İmdi; bırakınız iktisatçılarımız birtakım iktisat teorilerinin içinde boğulsunlar; bırakınız Şanlı Büyük Medya'nın "büyük" köşe yazarları, merhum Ali Fuad Başgil'in tabiriyle "Bab-ı Ali Uleması", köşelerinde fikir diye siyasi dedikodular yayınlasınlar; biz de kendi çapımızda, bu sayfada, meseleye biraz daha farklı bir bakış denemesinde bulunalım.
***
Beklenen, açıkçası şu idi: "Derviş Amca bize dışarıdan bol-bol Dolar getirecek; bu krizi de böylece atlatacağız, ondan sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi, yine aynı hamam aynı tas, Üretme'den Tüketme'ye devam edeceğiz".
İşte şimdi bu naif, bu saf, bu çocuksu beklenti bir inkisar-ı hayal ile neticelenmiş bulunmakta: Bize dışarıdan bol-bol Dolar gelmeyecek; en azından şimdilik! Yani, artık iş başa düşmüş bulunuyor!
***
İmdi; "Rapor"un başka bir dil ile tercümesine gelince:
Türkiye'nin karşılaşmış olduğu bu kriz, sistematiktir; Sistem bu krizi doğurmaktadır. Şu halde, bu sistem devam ettiği müddetçe krizlerden başımızın kurtulması da asla mümkün olmayacaktır. Öyleyse işbu "Sistem"in değiştirilmesi an-şart kaçınılmaz bir vecibe olmaktadır. Aksi takdirde....
"Nedir bu Sistem kelimesi ile anlatmak istediğiniz" denecek olursa, onun da, kökleri çok derinlerde olan bir medeniyet problemi olduğunu ve aslında Türkiye'nin takriben üç asırdan daha uzun bir müddetten beri bir kriz sürekliliği içerisinde yaşamakta bulunduğunu belirterek kısaca şu şekilde tavzihe çalışalım: Sistem, en umumi manada Osmanlı'dan devralınan ve Cumhuriyet'te de devam ettirilen kötü mirastır, hususi manada ise, hassaten son onbeş-yirmi yıldaki zihniyet dejenerasyonu.
***
Osmanlı da Cumhuriyet de, Batı karşısında duçar olunan askeri ve siyasi mağlubiyetlerin arka-planına, dışarıdan gözle görülen gövdenin altındaki köklere nüfuz etmeye, "Sebebü'l-Esbab"ı anlamaya, bu çok müşkil bilmecenin anahtarını deşifre etmeye muvaffak olamamışlardır. Sebeplerin sebebi, kendi çağına uygun bir devlet, toplum ve iktisat yapısı geliştirememiş olmaktır ki o da çok kısaca ve çok kalın çizgilerle, "Sınaileşmek" olarak özetlenebilir. Bizim asırlık kötü mirasımız budur: Sınaileşme problemini çözememiş bir ülke olmak! Fakat bir problemi çözebilmek için önce onu "anlamak" gerektir; evet, düpedüz "anlamak"! Osmanlı'nın da Cumhuriyet ile ortak zaafı, veya Osmanlı'dan Cumhuriyet'e intikal eden Kötü Miras'ın temel sebeplerinden birisi de budur: Anlayışsızlık!
Biz, herşeyden önce, anlayamadığımız bir problemi çözemeyeceğimizi anlamaya mecburuz.
Filhakika, Osmanlı, bu problemi asla halledemedi, çünkü bu çıplak gerçeği hiçbir zaman anlayamadı; O, Batı karşısında alınan mağlubiyetleri, toprak kayıplarını; askeri, hukuki, bürokratik ıslahatlarla, Batı'nın "fi'l-asl" olmayan zahiri medeniyet unsurlarının, mimarisinin, musıkisinin, yaşantı tarzının, eğlence kültürünün ve gardrop ve kuaför stillerinin, çok kereler katı bir taassub ile, cebren taklid edilmesiyle aşabileceğini zannetti; hep üst yapı müesseseleri, "cevher" değil "araz" olan şeylerle, "sebep" değil "sonuç" olan şeylerle uğraştı, uzun seneleri heba etti; Sanayi Çağı diye birşeyi hiç anlayamadı; "sınaileşme"den haberi olmadı; "Üretme" kültürü yerine çok kötü bir bid'at olan ve bugün de yakamıza bir kene gibi yapışmış bulunan "Satınalma-Tüketme" kültürü geliştirdi. Daha fazlasını da yaptı: İmparatorluk'un git-gide anakronikleştiğini, zaman dışına düştüğünü, artık çok milletli karma-karışık yapının aynen devam ettirilemeyeceğini; "devlet" felsefesinde radikal bir değişiklik yapmaya mecbur olduğunu, elinde tutamayacağı geniş toprakları zorla muhafaza etmeye çalışırken bütün insan ve iktisat kaynaklarını dibine kadar bitirmekte olduğunu; "bütünü kurtarmak" isteyenlerin "bütünü kaybetmeye mahkum" bulunduğunu bir türlü anlayamadı. Bütün bunlar çok vahim bir hatalar serisi idi ve Osmanlı, Tarih'in hele bu mertebede ve sistematik olarak hata yapanlara karşı çok merhametsiz olduğunu da anlayamamıştı. İbn Haldun'u herkesten önce keşfettiği ve çok da okuduğu halde, sadece ve yalnız kendisine "Devlet-i Ebed-Müddet" sıfatını takması dahi, Osmanlı'da bu çapta bir düşünce ortamının namevcudiyeti için tek başına kafi bir hüccet olarak kabul edilmelidir. Nitekim, hatayı hiç affetmeyen ve nice devletleri çok ağır şekillerde cezalandıran hatta onları tarihe gömen Tarih, Osmanlı'yı, her şeye rağmen ölürken bile bir dev olan Osmanlı'yı, yirminci asrın başlarında hala Büyük Devletler arasında bulunan Osmanlı'yı, bütün tarihteki iki gerçek imparatorluktan kronolojik olarak ikincisi olan efsanevi Osmanlı dahi affetmedi ve onu tarihe gömdü.
Cumhuriyet reformatörlerinin de Osmanlı'nınkiler gibi, samimiyet ve iyi niyetlerinden şüphe edilmesi caiz değildir; ancak, iyi niyet, tek başına kaldığında hiç de iyi birşey değildir.
Nitekim, Osmanlı'nın bu hatası, adeta habis bir ruhun bir bedenden bir başka bedene tenasüh etmesi gibi, Cumhuriyet'e de aynı şekliyle intikal etti; Cumhuriyet, bu sebeple, sakat bir sulbden dünyaya gelmiş bir çocuk gibi, sakat olarak doğdu; aynı hataları işledi: O da selefi Osmanlı gibi, Sınaileşme'nin sadece keyfi bir tercih değil mecburi tek istikaamet olduğunu anlayamadığı gibi, ayrıca bir "Kızıl Elma" idesine dönüştürülen ve akıllara ziyan bir gıpta ve hayranlık ile adeta teslim olunan Batı'nın ne olduğunu da anlayamadı. Batı ile arasındaki mesafeyi kapatma yolunda, Osmanlı'nın yanlışını devam ettirdi: Askeri, hukuki, bürokratik inkılaplar; mimari, musıki, gündelik yaşantı tarzı, eğlence kültürü ve gardrop ve kuaför stillerinde radikal ve İskender Kılıcı kadar keskin büyük dönüşümler; "Üretme Kültürü" yerine "Satınalma-Tüketme" kültürü vesaire.
Çağını kavrayamayan bu anlayışa en büyük tepki 14 Mayıs 1950'deki büyük halk hareketi ile geldi; aydın-bürokrat zümresinin kavrayamadığı bu büyük meseleye nisbeten en sağlıklı yaklaşımı başlatan Demokrat Parti ile birlikte Ülke'yi bir Sanayi heyecanı sardı: Türkiye ilk defa doğru yolu bulur gibi olmuştu. Ancak, bu büyük hareket bir müddet sonra hem kendisini tekrarlamaya başlayarak zora girdi, hem de ellerindeki sorumsuz iktidarı kaybedenlerin kışkırtmalarıyla 27 Mayıs 1960'ta vuku' bulan Darbe ile bu zihniyetin önü kesildi. Lakin, DP'nin bu sanayi tutkusu, dünya çapında bir başarı asla kazanamamakla beraber, en azından bir zihniyet olarak uzun yıllar devam etti; ta 12 Eylül Darbesi ve ardından gelen ANAP dönemine kadar.
Bizim bugünkü krizimizin yakın zamanlardaki en büyük beslenme kaynağı, Sınaileşmek fikrinin bilinçli bir tercih ile terkedildiği bu dönemdir.
Bu dönem, ayrıca, birço habasetin de yayıldığı kara bir dönemdir. Müteahhidi, taşeronu, proje mühendisi, finansörü pek de bilinmeyen, Kürtlerin sadece amele olarak kullanıldığı PKK isyanı takriben 400 milyar dolar civarında bir meblağı sildi süpürdü; 500 milyar dolar yolsuzlukta battı; bir o kadar meblağ batık yatırımlarda gömüldü; o zamandan beri Devletin maaş bağladığı insan sayısı dokuz milyona yaklaştı; zaten kirli bir zenaat olan Siyaset, askeri darbelerin dejenere ettiği bir ortamda, kendisine saygısı olan insanları kendisinden itecek ve ancak kalitesiz kişileri cezbedecek kadar, iyiden iyiye mülevves ve müstekreh bir hal aldı; topyekun ülkeye, akıl almaz, utanç verici bir "Görgüsüz Tüketim" iğrençliği yayıldı; "Üretim" küçümsendi, Sanayi'nin yanlış bir şey olduğu gibi kaba, aptalca ve görgüsüz ve hatta haince bir fikir müsveddesi telkin edildi; gırtlağına kadar borca batan ve aklını kaybeden, git-gide bizanslaşan Devlet bir yandan enflasyonu körükler ve enflasyonun birinci müsebbibi olurken diğer yandan da işini-gücünü bırakıp vatandaşına harp ilan ederek güvenini ve saygınlığını kendi eliyle tahrip etmeye, vatandaşı ile arasındaki bütün köprüleri bilinçli olarak atmaya başladı; Türk toplumu içinde geleceğe ümit vaad eden, bir tür "Türk Protestan Hareketi" gibi yatırım ve kalkınma hevesini dini ile uzlaştıran mühim bir bölümünün karşısına "Yeşil Sermaye" paranoyası ile heyula gibi dikilip azmini kırdı; ne kötülük mümkün ise, hiç çekinmeden icra etti. Üretene mücazaatı reva gördü, rantçıya ve faizciye ise mükafatı: Vatandaş, paran varsa İş yapma; gel bana ver, sana Faiz vereyim!
Bütün bunların neticesi: Üretmek istemeyen, ama her şeyi tüketmeye maymun gibi başını açmadan koşan, bütün ihracat imkanı ancak 35 milyar Dolar olan bir ülkenin insanı olduğu halde, kendisinden yirmi kat daha zengin ülkelerdeki hayatı yaşamak isteyen, Görgüsüz ve Tembel bir toplum yapısı; önüne gelen herşeyi yutan, her kaynağı kurutan ve üstelik bir de sevimsiz bir devlet yapısı ortaya çıktı.
***
İşte, Kriz denen şey kısaca bundan ibaret. Şimdi de bütün ümitler, Türkiye'nin önemini farketmesi beklenen "düvel-i muazzama"nın ve hassaten Amerika'nın hal-i pür-melalimize dayanamayıp bize para göndermesinde!
...Bu program bu ümidi şimdilik külliyen öldürmese bile kapının önüne koymuş bulunmaktadır.
Bence, dışarıdan kolay para gelmemesi, iyi değerlendirilecek olursa, ilerisi için, Türkiye'nin aleyhine değil lehine sonuç verir; eğer Akıl denen şey varsa.
Sizce var mı?
|