Bu ülkede yaşamaktan, Allah'ın beni bu vatanda, bu milletin bir evladı olarak halketmesinden müşteki değilim; ama zaman-zaman - ve dahi bazı dönemlerde sık-sık olmak üzere - "niçin bu zaman" diye sorduğum olmuyor değil. Evet; bu açık bir yüreklilikle belirtiyorum: Niçin bu vakitte?
Bu, öncelikle felsefi bir sualdir; kendi varlığımın varlık gerekçesi üzerine düşünmekten ileri gelen felsefi bir sual; fakat bu sualin bir de pratik bir yanı var: Niçin bu vakitte? Evet: Niçin bu vakitte? Çünkü, bu-dünya'ya geldiğimden bu yana mürur eden elliüçyılın ilk onbeş-yirmi senesini tenkıs edecek olursak, zihnen buluğa ermiş olduğumu kabul edebileceğim takriben otuz seneden beri, ne vakit ahval ve mesail-i umumiye üzerine tefekkür edecek olsam, ekseriyetle ızdırap hissetmiş ve pek az mes'ud ve bahtiyar olmuşumdur; bu babda, "Bais-i şekva bize hüzn-ü umumidir Kemal / Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına" diyen üstadın bu beytini aşırı bir şair hassasiyeti olarak telakki etmekle beraber, yüzümün güldüğü pek azdır ve ender-i nadirattandır desem yeridir. Vakıa, "Ölmez bu millet; farz-ı muhal ölse de hatta / Çekmez Kürre'nin sırtı o tabut-u cesimi" diyen başka bir üstada da prensipler düzeyinde iştirak etmekte ve istikbal açısından, makro ölçekte, bedbin bulunmakta değilim; lakin, dostlar, bu bahsettiğim istikbal, "yakın gelecek" (ati; near future) değil, "uzak istikbal" (ferda; far future) anlamındadır ki bu da, bu kardeşinizin yüzünün, zi-hayat olduğu müddetçe gülme imkanı bulunmadığından başka bir mana taşımaz. /.... /Heyhat! Belki bir gün, evet; belki bir gün! Ama ben o gün olmayacağım.
***
Evet; bu yaşıma dek, balada zikrettiğim mevzularda kahredici ekseriyetle, hep me'yus ve mükedder oldum. Niçin olmayayım ki? Evvela: Mağlup bir medeniyetin çocuğuyum; mağlup ve ezilmiş bir medeniyetin ve kültürün çocuğu! Saniyen: Sadece mağlup bir medeniyet ve kültürün değil ve fakat aynı zamanda, en az üç asırdan beri küçülen bir büyük devletin, bir büyük milletin ahfadındandım. Salisen: Bütün bu ızdıraplara, gözünün önündeki trajedilere mukaabil, elinden - yazı yazmaktan ve konuşmaktan başka - pek de fazla birşey gelmeyen; üstelik yazdıklarına da kafi miktarda ses alamayan, zaman-zaman kendisini duvarlarla konuşuyormuşçasına hisseden ve bu aczin kahrettiği; ve rabıan, dahası; her zorlu probleme hemen ayak-üstü takdim edilen şıpın-işi reçetelerin Con Ahmed vari sade suya tirit çözüm yollarının revaç bulduğu; derin, müteemmil, mütebahhir, zorlu düşünce kavgalarına girişilmesinden büyük bir ihtimamla imtina edilen; uzun konuşmalardan, felsefi derinlikli kritiklerden sıkıntı duyulan, düşünme fukarası bir cemiyetin, Akıl'ın kovulduğu bir ülkenin çocuğuyum. Ve hamisen, bütün bunların tevlid ettiği derin ızdırabı hayatının hiçbir safhasında zihninden ve kalbinden atamayan bir Müslüman Türk evladıyım; yetmez mi?
***
Bu ülkenin (guya) düşünenleri, ekseriyetle, ne hikmetse, her krizi, çok dar kontekstlerde ele almak temayülünde. İktisat üzerine fikri beyan edenler meseleleri sadece iktisadi problemler olarak görürken Siyaset üzerine fikri beyan edenler de sadece birer siyasi problem olarak düşünüyor; hemen-hemen her konuda bu böyle. Halbuki bence asıl kaçırılan taraf, Alain'in şu prensipler cümlesinden habersiz olmak: 1: Hakikati bütün ruhumuzla aramak; 2: Daima, Hakikat'e giden en zor yolu seçmek; 3: Hiç olmazsa bir defa düşünmek için durup derin bir soluk almak.
***
Biz bu prensipler doğrultusunda hareket ederek bu sefer de yine başınızı ağrıtmaya devam edelim.
***
19 Şubat Krizi, ilk olmadığı gibi son kriz de olmayacak; çünkü onları Biz üretiyoruz, Biz!
Meş'um 19 Şubat Krizi, kökü çok derinlerdeki asıl krizin, "Büyük Kriz"in bir parçası. Yani: Kriz Var Krizler'den İçeru!
Bu, bir medeniyetin, bir kültürün, bir ülkenin tıkanmasından, kendisini aşabilmek ve kendisini yenileyebilmek; Dünya'yı ve Tarih'i okuyabilmek; her sabah vakti gün doğunca Dünya'nın ve Tarih'in sorduğu yeni sorulara yeni cevaplar, yeni sorunlara yeni çözümler üretebilmek konusunda yetersiz kalmasından kaynaklanan bir krizler dizisi; diğer bir ifade ile, problemin kaynağı, menşe'i ve illeti bizzat kendisi olan ve bunu fehm ve idrak etmekte, kendisi ile hesaplaşmakta, kendisini en ciddi bir surette sigaya çekip kritik etmekte tıkanmaktan ileri gelen bir cemiyetin yarattığı problemler ve krizler dizisi. Bu dizide, bu milleti teşkil eden her ferdin, her sosyal tabakanın, her sosyolojik cemaatin, her sınıf ve zümrenin derece-derece kusuru ve taksiri var; hiçbirisi ve hiçbirimiz mutlak manada sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Evet; bir türlü tatminkar bir şekilde halline muvaffak olunamadığı için git-gide büyüyen, ağırlaşan, kronikleşen ve bir nesil sonrasına daha da büyümüş olarak teslim edilen bu problemler yumağında herkesin derece-derece, mertebe-mertebe katkısı var; bu cinayetin kanı hepimizin ellerine bulaştı.
... lakin; bütün bu kördüğüme dönüşmüş problemler örgüsü içerisinde en büyük, başat payın Siyaset'ten kaynaklananlara ait olduğuna; en dehşet verici olanların siyasetçilerin sebep olduğu krizler olduğuna kaaniyim ve gerek Allah ve gerekse de Millet katında en fazla ve en önce onlardan şikayetçiyim; "Nefsin nefse faydasının olmayacağı" o dehşetli Hesap Günü'nde iki elim yakalarından inmeyecekler listesinin en başında, ilk evvel ve herşeyden ve herkesten evvel, hiç kuşkusuz, hiç şeksiz-şüphesiz, bu ülkeye bu ızdırapları yaşatmak konusunda baş-rolde bulunan siyasetçi makuulesi gelecektir: Çapsız; midesi beyninden daha ziyade mütekamil; "hırsız"; basit, sığ, sıradan - hatta sıra-altı-; ufku dar; samimiyet katsayısı sıfır seviyesinde; Siyaset'i bir hizmet makamı değil de bir saltanat yeri, Beyt'ül Mal'i, eline alanın elini yakan bir emanet değil de doymaz ihtiraslarına, haramdan şişmiş müstekreh karınlarına tahsis edilmiş bir nema menşei, sermayesiz ticaret kaynağı olarak algılayan; içinden pazarlıklı; sözüne güvenilmez; karnında kırk tilki dolaşan; pişkin; mazlumun ve zayıfın karşısında gözlerinden ateş fışkıran kahhar bir canavar, zalimin ve kavinin karşısında ise mızırdayan bir sokak kedisi, müstebidler, kudret ve zenginlik sahipleri nezdinde mutabasbıs; hilekar; kendisini hiçbir ahlak kaaidesine bağlı hissetmeyen - başka türlü dendikte, hiçbir ahlak kaaidesinin kendisini bağlamayacağına iman etmiş olan -; iyi, kaliteli, 'adam gibi adam' görünce yamyam gibi saldırıp çiğ-çiğ yiyen; adeta Şeytan'ın Arz'daki temsilcisi - mesela Goethe'nin Faust'undaki Mefisto gibi - olan siyasetçi makuulesi; tek kelimeyle "kötü siyasetçi". İşte, benim gençlik yıllarımı yiyip bitirenler, ömrümü törpüleyenlerin de, şimdiki nesillerin ömrünü törpüleyenler, onların zihinlerini bulandıran, maddi ve manevi servet ve zenginliklerini bir kumarbaz gibi hovardaca harcayanlar da bunlar: Siyasetçiler, veya, daha definitif adresiyle: Kötü Siyasetçiler!
Denebilir ki, siyasetçi'nin iyisi de mi var, veya, neden 'iyi siyasetçi yok, veya varsa neden müessir değil? Derim ki; elbette 'iyi siyasetçi' var, veya olabilir; fakat, Siyaset, tabiatı gereği en fazla kirlenmeye müsait saha olduğu için 'iyi siyasetçi' terimini de muhtemelen 'en az kötü siyasetçi' olarak okumak gerektir. Siyaset, hakikaten de, en eski zamanlardan beri, bütün sahalar içerisinde, en fazla kirli ve kirlenmeye en açık, en müsait olanı kabul edilir; fakat, onun en ziyade kirli olduğu ülkeler, Kapalı Toplum modelindeki ülkelerdir. Kapalı Toplum'dan açık Toplum'a yükselememiş veya, bu yolun henüz ilk basamaklarında olan ülkelerde ise Siyaset'te "temizlik", olağan-dışı ve sistematik olmayan, arızi bir vak'adır. İşte, Türkiye, böyle bir ülke manzarası resmetmektedir. Filhakika, yıllık resmi gayri safi milli hasılası 200 milyar doları zar-zor bulan bu talihsiz ülkede, son yirmi senede vuku bulan ve toplamının 500 milyar dolara iblağ olduğu söylenen - ne malum ki daha ziyade değil - ve sadece birkısmının üstündeki örtü azıcık kalkan (veya kaldırılabilen; o da ne kadar samimi, henüz belli değil), doğrudan Kamu Kaynakları'na - yani Beytü'l Mal'e - müteveccih yolsuzluk ve hırsızlıkların, şimdilerde moda olan adıyla "Yolsuzluk Ekonomisi"nin, hemen-hemen istisnasız olarak Siyaset ile olan bağlantısı yukarıdaki ifadelerin az bile addedilmesi gerektiğinin ve harareti teskin etmeye kifayet etmekten mahrum olduğunun bedihi bir burhanı değil midir? Ve dahi, her Kamuyou yoklamasında, Toplum'un en az güvendiği merciin Siyaset Müesseseleri, en güvensiz insan tipinin Siyasetçi makuulesi olduğunu ayan-beyan izhar etmemekte midir? İyi Siyasetçi konusuna gelince; çok kısaca söyleyeyim: Şayet varsa ya kirlenmekte ya da yamyamlara yem olmaktadır. Ve dahi: Bu kadar kirli, necis bir alana gitmekten de "İyi" olanlar dikkatle uzak durmaya çalışmaktadır.
Hakikaten, bu ülkenin en kalitesiz insanlarının yöneldiği alanların başında Siyaset gelmektedir dersem inanınız mübalağa etmiş olmam.
***
Yine denebilir ki: Bunları biliyoruz; çare veya çözüm ne? Derim ki: Çareyi veya Çözüm'ü biliyorum; veya bildiğimi düşünüyorum; açıkça söyleyeyim; söyleyeyim de açıkça tartışalım.
Evvelen: Çözüm'ün ilk şartı, çözümsüz modellerin terkedilmesidir. Bu hususta, Edison'a atfedilen bir tarihi nottan bahstemek yerinde olacaktır. Sağlam rivayetlere göre, çok fazla teknolojik-bilimsel tecrübe yapan ve dünyada da muhtemelen patent rekorunu hala elinde tutan Edison, "sentetik kauçuk" imal edebilmek için binlerce (bazı kaynaklara göre ellibin defa) deney yapmasına rağmen, her seferinde başarısız olması üzerine, bir asistanının, kendisine, "Hocam; Sentetik Kauçuk elde edebilmek maksadıyla yaptığımız ellibin deneyin ellibini de boşa gitti; yazık değil mi" şeklinde bir tarizi üzerine tarihe kaydedilen şu meşhur cevabı vermiştir: "Hayır evladım! Yanlış düşünüyorsun; aslında şöyle demeliydin: Sentetik Kauçuk elde etmemenin ellbin yolunu keşfettik".
İmdi; kıssadan hisse: Edison, bize, farkına varmadan, aslında, "denenmişi denemek aptallıktır" mealindeki derin hikmetli hadis-i şerifi anlatıyor. Yani: Yanlış'ı keşfetmek de bir keşiftir, bir başarıdır; neyin yanlış olduğunu anlayabilecek ve bir daha aynı yanlışa düşmeyecek açık bir zihin, salim ve düşünme yeteneğine sahip bir beyin sahibi olmak kayıt ve şartıyla!
O halde çözümü önce burada arayalım derim; ve yine devam ederek derim ki: Çare, Edison misalinde olduğu gibi, menfiyi tesbit ve elimine etmekten geçer. Bu babda da hemen aklımızın erdiğince ilkini söyleyelim: Çare, asıl, radikal, kalıcı çare, önce, asla "benim partim" değil; onu geçelim. Biz de herkes gibi şu kadar yıllık ömrümüzde nice partiler gördük; şairin dediği gibi, "çokları geldi bu cihan elini tamir etmeye / bir yanın mamur kılarken bir yanın olur harab". Şimdi iktidar olmak için yanıp tutuşanların ezici çoğunluğu da bu yolsuzluklarda ve talanda, bu krizde suçlu; herkes cinayete ortak. Hiç iktidar olmamış olanlara gelince; asıl meseleler, İktidar denen şehvetin tadı damaklara değince ortaya çıkıyor, beyler! Hele bir makam-ı saltanata geliniz, hele sizin de elinizin altında Beytü'l Mal olsun, o zaman görüşürüz. "Bekara avrat boşamak kolay gelir" diyen atasözüne kulak verelim; bir Osmanlı sadrazamına ait bir hikayede dendiği gibi, "sizin namusunuzun haddi (üst sınırı) kaç akçedir?"
İkincisi de, yine birincisi ile alakalı ve rabıtalı olarak şu: Çare veya Çözüm, asla, siyasetçinin kendiliğinden "iyi" olmasını beklemek ve temenni etmek de değil. Siyasetçi, asla kendiliğinden "iyi" olmaz; Siyaset tabiatı gereği kötülüğe karşı sonsuz bir temayül ve kendiliğinden ıslah olmaya karşı da sonsuz bir kaabiliyetsizlik ile malul beşeri bir hastalıktır; velev ki olsa dahi bu a-sistematiktir ve "kötü"ye tahvil olduğunda hiçbir te'minatı yoktur.
Çare, naçiz kanaatimce, çok basit, ama çok zor ve o da muhtasaran ve ez-cümle şu: Çare bu toplumun bizzat kendisinde; bizzat ve bizatihi Biz'de. Çünkü, Siyaset, çok büyük bir güç demektir ve dahi unutmamalıyız ki, kontrol edil(e)meyen her güç tehlikelidir. Şu halde: Millet olarak çok ciddi manada bir uyanışa, bir aydınlanmaya, ihtiyacımız var: Bu intibah ve bu tenevvür, bütün krizlerimizin ve problemlerimizin kökten hallindeki en asli yolu ve çareyi bulduracaktır ki böyle bir ülkede, Siyaset'in baş aktörü bizzat Toplum, uyanmış ve aydınlanmış, Siyaset'in ipini eline almış Toplum olacak ve Siyaset denen o en büyük gücü kontrol edebilecek, hiç olmazsa, kaabil-i taahammül bir hadde indirebilecektir.
İmdi; ağır bir ifade gibi algılanmamasını rica ederek şunu hatırlatmama izin verilmesini rica edeceğim: Bu ülkeden iyi siyasetçi çıkmayışının sebebi de sistematik ve bünyeseldir; nasıl ki kötü pirinçten iyi pilav olmaz ise, bu ülkeden de ancak bu kalitede siyasetçi çıkar.
***
Peki ya "mutlak manada temiz" bir siyaset? Asla! O külliyen imkansız; böyle birşey, fıtrata muhaliftir.
|