Bütün dünyada Batı Problemi ile ilk olarak ve en şedid bir surette yüz-yüze gelmiş olmasına rağmen, Türkiye, onu kavrayabilme ve halledilme hususunda fevkalade başarısız olmuştur. Fikrimce bu başarısızlığın ifade edilebilmesi için yukarıda kullanmış olduğum "fevkalade" sıfatı dahi kifayettar olmamaktadır; belki de "trajik" sıfatı ile şeddelendirilmelidir. Beni bu hususta haksız addedenler olabilir. Şayet bu muvaffakiyetsizlik herhangi, sıradan, geleneksiz, tarihi derinlik ve tecrübeden mahrum, anakronik bir ülkeye ait olsaydı ben de bu fikre iştirak etmekte tereddüt etmezdim; lakin, söz konusu olan, Biz olunca, az bile bulduğumu söyleyebilirim; evet az bile; ama ne yazık ki en ağırı if1e de bundan ibaret: Batı'nın can yakan bir problem olarak zuhurundan beri aradan geçen iki asrı aşkın bir müddetten beri bu problemin halledilememiş olması, ancak fevkalade trajedik olarak adlandırılabilir.
***
Bu problemin, gerek Osmanlı ve gerekse de Cumhuriyet dönemlerinde, bütün iyi niyetli gayretlere rağmen çözülememesi onun git-gide kronikleşmesine, çözümü daha daha zorlaşan bir kör düğüm haline gelmesine yol açmış olduğu gibi, dejenere bir toplumsal değişime de sebebiyet vermiştir: "Lümpen Batılılaşma"! Yani, Lümpen Batılılaşma, Batı Modernitesi'nin künhüne vakıf olamamanın getirdiği hazin ve gayri kaabil-i içtinab bir netice olmuştur. Bu muvaffakıyetsizliğin sebeplerini anlamak ve kendi şartları içerisinde muayyen bir dereceye kadar mazur addetmek de mümkündür; ancak anlamak ve/ya mazur addetmek, bu muvaffakıyetsizliğin yol açmış olduğu feci akıbeti değiştirecek değildir.
İmdi, Batı Problemi'nin çözülememesi, gerçekten de bir facia olmuştur; bu facia, alelumum anlamıyla İmparatorluğun güç ve toprak kaybederek küçülmesi olarak anlaşılmakta ise de bu, sadece onun dar anlamıdır; asıl facia, daha büyüktür: Bir medeniyetin çöküşü! Yükselen bir dünyanın, Batı'nın ezdiği ve çökerttiği bir medeniyet!
***
Osmanlı'nın Batı dünyası, yani Avrupa ile olan münasebetleri dostane olmayan bir ortamda gelişmiştir; iki dünya arasında medeni-kültürel münasebetler son derece mahdut kalmış, bütün Osmanlı-Avrupa münasebetleri tarihi asıl olarak bir vuruşmalar tarihi şeklinde tecelli etmiştir.
Bu elektrikli münasebetler tarihinin gelişimi, onyedinci asrın sonuna kadar hemen-hemen hep Osmanlı'nın lehine sonuçlandı ve neticeten, Osmanlı'da, Kürre-i Arz'ın tanıdığı bu ikinci gerçek imparatorlukta, uzun asırlar boyunca ağırlıklı olarak topun namlusundan tanıdığı ve her karşılaşmasında beşini-onunu hak ile yeksan ettiği Avrupa devletlerine karşı takındığı bir tekebbür halet-i ruhiyesi hasıl oldu. Bir yandan bu gergin münasebetlerin; diğer yandan daha henüz Osmanlı tarih sahnesine çıktığında dahi büyük ölçekte gerilemeye yüz tutmuş bulunan İslam kültür ve medeniyetinin bu tereddisinin devam etmesi ve inhitata dönüşmeye başlamasının da tesiriyle, O, Batı cenahında ne gibi kültürel, felsefi, ilmi, fenni, teknik-teknolojik gelişmelerin cereyan etmekte olduğuna ciddi bir alaka hissetmedi. Bu sütunda bu mevzuu ayrıca açarak sözü dağıtmak istemem; ama, Osmanlı'da İlim ve Felsefe'nin dramatik çöküşünün üzerinde bilhassa ziyadesiyle durmak gerektir: Bu çöküş, dev gibi bir ülkenin minicik beyinleri eline düşmesi neticesini hasıl etmiş ve çöküş üzerinde bir negatif geri-besleme etkisi yaratmıştır. Sadece bir tek hipotetik senaryo dahi bu dramın boyutları hakkında bir fikir verebilir: Şayet Newton, Galilei, Descartes, Leibniz... ilh. bu topraklarda yetişebilseydi, çok şeyin farklılaşacağını, Tarih'in tamamiyle başka türlü olacağını iddia etmek hiç de bir vehim telakki edilemez.
İmdi; yukarıda bahsettiğimiz bu mutlu çağ - Osmanlı'nın Altın Çağı - bitip de, ard-arda gelen ve durdurulamayan askeri mağlubiyetler sistematik bir hal almaya başlayınca, Devlet-i Aliyye, gücünün mahiyetini fehmetmekte aciz kaldığı kavi, gani ve kendisine karşı, yüzlerce yılın biriktirdiği mutaassıb bir kin ve nefret ile bilenmiş müttehid bir Batı karşısında, sadece topraklarını ve devletini koruma sevk-i tabiisi ile hareket etmeye başladı. Osmanlı'nın bilhassa 1768 harbinden sonra artık Avrupa kıt'asında keybedilen toprakları istirdad etme hayallerinin kaffeten suya düşmesi ve akabinde Kırım'ın kaybı tarihi bir kırılma noktası hükmündedir. Kırım'ın kaybının aşırı derecede büyük bir psikolojik travma hasıl etmiş olmasına dikkat edilmelidir. Zira, Kırım, elimizden çıkan topraklar arasında ilk defa olarak kamilen Müslüman ahali ile meskun olması bakımından çok ciddi bir mana ve ehemmiyet taşımaktadır; öyle ki, Sultan I. Abdülhamid, Büyük Katerina'nın kendisine metreslik yaptığı General Potemkin tarafından Özi Kalesi'nin zaptedilmesi ve 30.000 Müslümanın katledilmesi haberini aldığında, aniden felç olmuştur.
Artık, Osmanlı'nın bundan sonraki bütün politikası, Tarih'e, Tarih'in akışına meydan okurcasına, inhitatı durdurmak, elindeki her karış toprağı korumak olmuştur; ama, hala kimlerle boğuştuğunu bilmemektedir. Bundan sonrası, durdurulamayan Gerileme'nin bir Çöküş'e dönüşmesidir; bilhassa 1821 ila 1921 arasındaki yüzyıllık süre, bir "felaket asrı" olmuştur. Batı'nın ve tabii ki onun bir anlamda bir parçası olarak telakki edebileceğimiz Rusya'nın tevcih ettiği harici tazyikten maada, yine bu harici faktörlerle yakın bir irtibat içerisinde olmak üzere, içeriden de patlayan ve ardı-arkası kesilmeyen isyanlar ve bağımsızlık savaşları karşısında git-gide bunalan ve zorlanan İmparatorluk, bu uzun yüzyılda, bu "en uzun yüzyıl"da, ağır-ağır, eridi ve bitti...
Bir 'bütün' olarak Türkiye'nin, yani Osmanlı'nın ve Cumhuriyet'in, Batı ile olan münasebetleri, aynı zamanda O'nun psikolojisini de etkilemiş olup, münasebetlerin tarihi ile çok sıkı bir tetabuk arzeden bu psikolojinin tarihi serencamını, ilk peryodu şimdilik atlayarak, kısaca şu fasılalara taksim edebiliriz:
1: Tekebbür Devri: Şevket ve azamet döneminin psikolojisinin hakim olduğu olan bu dönem, uzunca bir müddet, gerçekten de Türkiye'nin sadece askeri değil birçok alanda Batı'dan üstün olduğu bir zaman dilimi olup, bir bakıma, Avrupa'nın pek de incelenmeye lüzum addedilecek mertebede ciddiye alınmadığı; fakat aynı zamanda çürümenin tohumlarını da içinde taşıdığı bir dönemdir. Kendisine duyulan itimad-ı nefsaniyenin, aşırı, azim bir hadde varması, fikri-felsefi inhitat ile birleşince, ezeli rakibin tahkik ve tedkikini tahrik edecek olan psikolojik ve entellektüel zemini yok etmiştir.
2: Takdir Dönemi: Osmanlı'nın artık harp meydanlarında aldığı mağlubiyetler sistematikleşmeye, bir vakitler her kapışmasında galip geldiği Kefere'nin boynu ve bileği bükülemez olmaya başlamıştır; artık Avrupa imparatorlarının protokolde ancak Sadr-ı Azam'a denk olduğu günler geride kalmıştır; artık vazıyet ciddileşmektedir; artık Kefere'nin takdir edildiği, bir takdir objesi olduğu dönemdir. Ama kuvve-i maneviyye hala sağlamdır; aradaki mesafenin her şeye rağmen hala kapatılamaz olmadığına inanılmaktadır.
3: Hayranlık Dönemi: Ondokuzuncu asırdan itibaren, Türkiye, Avrupa karşısındaki statü kaybına paralel olarak git-gide artan bir hayranlık psikolojisine saplanmaktadır; kuvve-i maneviye, kendisine ve değerlerine duyulan itimad hala muayyen bir kıymet ve güç sahibidir, fakat günden-güne de erimektedir; Kefere artık sadece bir takdir objesi değildir; o daha yüksek bir mevkıe, hayranlık objesi mevkıine terfi etmiştir. Türkiye, artık Batı'ya hayrandır; ne varsa, hemen-hemen sadece Batı'da vardır!
4: Teslimiyet Dönemi: Miladını, kabaca, yukarıda zikrettiğim ve "İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı" olan "felaket asrı"nın başlangıcı oalrak alabileceğimiz ve ivmelenerek bugüne dek uzanan bu dönem, aradaki mesafenin kapanmak yerine git-gide daha da açıldığı ve bunun da ruhlardaki bütün dirençlerin kademe-kademe kırılmasına sebebiyet vererek, kuvve-i maneviyenin, itimad-ı nefsaniyenin zail olduğu ve Batı'ya sadece hayran olmak değil, teslim olmak lazım geldiği şeklindeki bir inancın yaygınlaştığı, son dönemdir. Artık ne varsa, sadece ve yalnız Batı'da vardır!
***
Bu dönemlerin kronolojisine dikkat edildiğinde, şunların görülmezlik edilemeyeceğini ileri sürebiliriz:
1: Osmanlı, o kadar uzun müddet yan-yana aynı kıt'ada yaşamış olmasına, asırlarca süren bir münasebetler tarihine sahip olmasına rağmen, Batı'nın ve bilvesile Batı Problemi'nin ne olduğunu dört başı mamur bir şekilde, künhüne vakıf olarak, anlayamadı; daha doğrusu hep yanlış anladı. Bu, aşırı derecede büyük bir medeniyet krizidir: Osmanlı, Batı'nın ne olduğunu doğru-düzgün deşifre edemeden göçüp gitmiştir. Osmanlı'nın bu anlayış problemi, hemen-hemen aynen Cumhuriyet dönemine de intikal etmiştir; uzun sözün kısası, Cumhuriyet de Batı'nın ne olduğunu hiç bir zaman anlayamamıştır.
2: Anlaşılamayan husus şudur: Ortada ciddi ve müzmin bir Batı ve Batılılaşma Problemi vardır; bütün dünyayı saran bu süreç karşısında artık direnmenin bir anlamı kalmadığı gibi bilinçsiz ve sathi bir batılılaşma da sadece felaket getirmektedir ki bu felaketin örneğini başka yerde aramak abnlamsızdır; en iyi örnek Biz'iz, Biz!.. Şu halde, ilk önce, bugüne kadarki metodların terkedilmesinin veya ciddi bir kritikten geçirerek revize ve rektifiye edilmesinin şart olduğunu kabul etmeliyiz; denenen bir daha denenmez; bu metodlar bugüne kadar sadra şifa birşeyler veremediğine göre, onalrın yanlış olduğuna hükmetmekten çekinmemeliyiz. Yapılacak olan şey bu fiili realiteyi, yani zaten fiilen cari olan, istense de reddedilse de hükmünü icra eden Batılılaşma'yı soğukkanlıkla kabul etmek ve onu, künhüne vakıf olarak, evrensel değerlerini, unsurlarını, elemanlarını ve normlarını kendi şartlarımızda ve kendi değerlerimiz, unsurlarımız, elemanlarımız ve normlarımızla sentezleyerek yeniden inşa etmektir. Milli ve Rasyonel-Sentetik Batılılaşma veya kısaca Garplılaşma tabiri ile kastettiğim budur. Bunun da temeli, çok kısaca, Zihniyet Devrimi, Sınaileşme ve Demokratlaşma olarak özetlenebilir. Bilinmelidir ki, Batılılık'ınsadece Batı'ya, Avrupa-Kökenli olmaklığa mahsus, özel ve elde edilmesi çok zor, pratikte ise imkansız ve ancak doğuştan sahip olunulabilen bir keyfiyet, "verilen" bir statü olmasına mukabil, Batı'nın evrensel olan yanı, yani Garplılık, bütün dünyada genel-geçerliği olan, belirli bir coğrafya, belirli bir ırk, belirli bir din ile sınırlandırılamayan, evrensel bir keyfiyet, "kazanılan" — daha doğrusu "kazanılabilir" — bir statüdür; bir "zihniyet"tir, bir "var-olma tarzı"dır, bir "yaşama tarzı"dır ve en önemlisi, bazı şartların sağlanması halinde, kazanılabilirlik gibi bir özelliğe sahiptir. Bu son husus, onun evrensel niteliğini sağlamaktadır; ama, bu evrensellik, her toplum tarafından yeniden inşa edilmek demektir aynı zamanda ve bu da her toplumun kendi özel şartları muvacehesinde ve "rasyonel" ve "sentetik" bir yolla elde edilebilir.
Ve yine bilinmelidir ki, aksi, bizim bugün yaşadığımız keyfiyettir: Lümpen Batılılaşma!
3: Batı ile olan münasebetler tarihimizdeki bu uzun zaman dilimi, aynı zamanda, ilk dönemdeki Üstünlük Kompleksi'nin, birtakım safahattan geçerek, son dönemde bir Eziklik Kompleksi'nde noktalandığı bir tarihi süreçtir ve, ilk önce Tepe'de başlayan ve uzunca bir müddet esas olarak elit tabakayı etkileyen bu psikoloji bozulması, zamanla, birçok bakımlardan topluma, Taban'a, Büyük Kitle'ye dahi sirayet etmiştir. Bunun son ve en büyük örneği de Avrupa Birliği'ne karşı, git-gide yaygınlaşan ve ekseriyeti de hesaptan-kitaptan mahrum ve durdurulamazlık niteliği kazanmaya başlayan büyük yönelimdir.
Teslimiyet'ten daha da ötelere geçerek varlığını Avrupa Birleşik Devletleri'nin varlığının potasında eritmeye, yani kendi varlığını yok etmeye, "intihar"a doğru bu yöneliş, Türkiye'nin Batı karışısındaki eziklik psikolojisinin ve Lümpen Batılılaşma'nın tepe noktasını teşkil etmektedir.
|