Bu yazının kaleme alındığı tarihte (11 Aralık), seçimlerin üzerinden henüz bir aydan fazla bir süre geçmiş olmasına rağmen, gündemin nasıl da sık-sık değişiverdiğine şöyle bir bakalım:
- 3 Kasım akşamına kadar hemen-hemen her siyasi parti "en büyük Ben, başka büyük yok" diyor, kendisini "He-Man" ilan ediyordu; zaferden o kadar emin olunulmuş idi ki, bu siyasi cemaatlere mensup birçok kişi lacilerini hazırlamıştı bile.
- Fakat heyhat! Aynı günün akşamında haber merkezilerine ulaşan ilk bilgiler, hikayenin sonunu göstermeye yeterliydi; artık bundan sonrasını seyretmenin ciddi bir manası da kalmamıştı.
- Aslında, herhangi bir önyargıya kapılmadan meselelere bakmasını bilen, görmek istediğini değil dış-dünyada, gerçekler aleminde olanları görmeye çalışan, kendi kurduğu sanal dünyasında değil de gerçeklikler dünyasında yaşayan açık zihinli herkes tarafından önceden doğruya yakın bir sarahatle tahmin edilen sonuçlar kapalı zihinlerce "şok" olarak nitelendirilen ap-açık hakikati ortaya koymuştu: Çaresizlik içerisinde kıvranan Türk halkı, "en iyi" olduğu için değil, denenmemiş olan ve denenmeye müstahak görülen mecburi istikamete yönelmiş; tek ümit kapısı gibi göründüğü ve liderinin üstüne Sistem'in başarılı bir şekilde örttüğü "mağduriyet" postu ile daha da takviye edilmiş; planını, programını, neyi yapıp neyi yapamayacağını bilmediği AKP'yi, diğer partiler arasından "en kötüsü bu olsa gerek, diğerlerinin tadına bakmaya hacet yok" diyen Bektaşi'yi tersinden hatırlatır bir tarzda, "en az kötüsü bu olsa gerek, diğerlerinin bakmıştık zaten" dercesine seçti.
- Bu noktada şu suali sormaya ne dersiniz: Bilgi kaynağı TV tartışmaları, televoleler ve Medya Uleması olan bir cemiyetin siyasi tercihlerine nereye kadar ve ölçüde itibar edilebilir? ....Ancak ben yine de, her şeye rağmen, hiç rücu etmeden, seçimin hemen akabine söylediğimden vazgeçmiş değilim: Halk'ın sesi, Hakk'ın sesidir.
- Teorisi ayrı bir bahis; ama niçin, hem "bilgi kaynağı TV tartışmaları, televoleler ve Medya Uleması olan bir cemiyetin siyasi tercihlerine nereye kadar ve ölçüde itibar edilebilir?" diye iğneli bir soru sorup hem de bu siyasi tercihi "Hakk'ın sesi" olarak algıladığımı, yani "saygı" ile karşılamak gerektiğini ileri sürmenin bir antagonizma olacağını düşüneceklere, "saygı göstermek" ile "ibra etme"nin aynı şey olmadığını hatırlarak, şimdilik, yine aynı yazımdan ["Halkın Sesi, Hakk'ın Sesi'dir"., Türkhaber., Sayı: 031] bir paragraf iktibasla cevap vermek isterim:
"Ben bu sonucu takdir ediyorum; ne parti olarak AKP'den ve ne de siyasi bir lider olarak Recep Tayyip Erdoğan'dan mühim şeyler beklediğimden dolayı değil; teşkil olunan "yeni" Meclis'in milli hassasiyetlerini - "güçlü" demiyorum - "yeterli" bulduğumdan dolayı hiç değil; Türk Milleti'nin, hala çözümü Demokrasi'de görmekte ısrar etmesindeki kararlılığından dolayı. Aksinin, yani, servetleri alenen ve edepsizce, alamein-nas çalınan, hakları gaspedilen kitlelerin bütün ümitlerini kaybederek, servetlerini ve haklarını geri almak için "şiddetin dili" ile konuşmaya karar vermelerinin çok daha feci akıbetler getireceğini bildiğim için!"
- Bir önceki yazımda da ["Yeni Hükumetimiz, İntelijansiyamız ve AB Üzerine Çeşitlemeler"., Türkhaber., Sayı: 034] dile getirdiğim gibi, daha birkaç ay önce Sayın Recep Tayyip Erdoğan'a "tayyip" diye hitap ederek alay ve hakaret eden, tetikçilerini üzerine salan Kartel Medyası, güç merkezinin değiştiğini düşünerek yeni iktidarın kapısında kemik yalama yarışına girdiler; manşetler bile ürkütücü ve hepsinin ortak noktası şöyle: "En Büyük AKP ve Erdoğan; başka büyük yok!"
- Seçimlerin hemen akabinde, beklenen bir şey daha tahakkuk etti ve AKP'de, İran'daki "Seçilmeyen Dini Lider" ve "Seçilen Cumhurbaşkanı" düalitesini andırır bir düalite ile karşılaşmış olduk: "Seçilmeyen Parti Lideri" ve "Seçilen Başbakan". Bu düalitenin dünya siyasetinde pek az ve fazla fonksiyonel olmayan birkaç nümunesi dışında Türk siyaset tarihinde hiç görülmemiş anormal bir durum oldunu ve haklı olarak ciddi rahatsızlıklar ve hazımsızlıklar hasıl edeceğini kabul etmek lazımdır. Eğriye-eğri, doğru, AKP'nin bu muzafferiyyetindeki bir numaralı fail sebebin Recep Tayyip Erdoğan Faktör olduğu ve Parti içerisinde iki başlılık meydana getiren bu düalitenin bir an önce halledilip, Sn. Erdoğan'a Başbakanlık yolunun açılması, tokmak kimin elinde ise davulun da onun eline verilmesinin her bakımdan gerekliliği de fikrimce red ve inkar edilemez.
- Bu yazının hazırlanmış olduğu tarihe kadar, dahilde vuku' bulan ve "Türkiye'nin gündemine bomba düşen" en mühim gelişme ise, AKP Hükumeti'nin, Meclis'ten güvenoyu almasının üzerinden bir hafta bile geçmeden, ipeğe sarılı çelik gibi bir muhtıra ile muhatap oluşu oldu. "Veyl gaafillere" dedirten bu hadisenin sebebi gayet basit: Bilindiği üzere, bütün değişme iddialarına mukaabil, AKP'nin henüz ne derece terkedip-etmediğini henüz bilemediğimiz "Selamet Geleneği"ndeki mühim davranış kalıplarından birisi, tenhada mücahitlik rolüne soyunmak, bir diğeri getirisini-götürüsünü hiç tartıp ölçmeden risk unsuru yüksek söylem ve eylemlere girişmek ve bir diğeri de rüzgar sert estiğinde ise, bilumum riskleri milletin hanesine kaydederek erkekliğin sonuncu ve en emniyetli kaaidesini başarıyla icra etmektir.
- Bu "bomba gelişme", Seçimlerin, Halk iradesinin ve herşeyin üstünü birden kalın bir şal gibi örttü ve yine döndük başa; hem de Yargıtay kararı ile daha ağırlaşmış bir şekilde: "Türban, Laiklik-karşıtı eylemlerin simgesidir".
- Bu vazıyet tahtında, öyle görünüyor ki, bazılarının zinhar yanlış bir şekilde "türban" tesmiye ettiği "Başörtüsü" mes'elesinin çözümü, en azından şimdilik göründüğü kadarıyla, bilinmeyen bir tarihe ertelenerek rafa kalkmış bulunmakta olduğu gibi, "Kamu Alanı" tanımının belirsizliği ve iyiden-iyiye kontrolden çıkacak şekilde genişleme trendine girmesi yüzünden daha da ümit kıran bir hale tahvil olabilecektir ve dahi, geri adım atan 58. Hükumet, "irticai faaliyetlerin önlenmesi" konusunda "çok daha faal" olmak durumunda kalacaktır.
- Başörtüsü mes'elesinin bu hale dönüşmesinin, devleti karşısında hakkını arayabilecek sivil kurumları olmayan toplumda, tek çözüm melcei olarak AB'nin görülmesi ve neticeten toplum olarak daha da zebun bir hale duçar olunularak bağımsızlık bilincinin kırılması trendini hızlandıracağını söylemek kehanet addedilmemelidir.
***
- Ve geliyoruz, bu yazının kaleme alınmış olduğu tarihte seçimlerin üzerinden kırk gün, Hükumet'in güvenoyu alışının üzerinden ise takriben bir ay geçmiş olmasına rağmen, ilk günden itibaren flaş gündem maddesi olma hüviyetini muhafaza eden gerek parti olarak AKP, gerek hükumet olarak 58. Hükumet, gerek topyekun Meclis ve Şanlı Medya tarafından, bütün acil mes'eler te'hir edilerek en tepeye yerleştirilen en önemli konumuza: Kopenhag Zirvesi ve Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne kabulü mes'elesi.
İmdi; AKP Genel Başkanı olmanın dışında resmi bir temsil yetkisi olmayan Sn. R. Tayyip Erdoğan, bir yandan muhtemelen yukarıda zikredilen düaliteden kaynaklanan ikincileşme endişesinin; diğer yandan bu muazzam muzafferiyetin verdiği sarhoşluktan ileri gelen baş dönmesi etkisinin; üçüncü olarak, "Ey Reis; sen önüne gelene birşeyler vaad ettin; amma, bu bütçe ile bu vaadler gerçekleşemez, bu bütçeden birşey çıkmaz, yara büyük merhem küçük; halkını ve seçmenini mutlu etmek ve beklentilerini karşılamak (ve iktidarını sağlamlaştırmak) için tek seçeneğin AB ve onun ihsan ve lutuflarıdır; uzun-uzun düşünecek halin de yok, çaren de; ne isterlerse ver gitsin, Türkiye'nin geleceğini biraz da sen sat; Bismillah demek için de ayak bağımız olan Kıbrıs ile başla" diyen akıl hocalarının telkinlerinin; dördüncü olarak, AB hakkındaki - hemen-hemen her partideki gibi - birikim düzeyinin yetmezliğinin ve beşinci olarak ise "kozmopolitan" ağırlıklar taşıyan bir siyasi doktrinin te'siriyle olsa gerek, herşeyi bir kenara bırakarak, ilk günden itibaren "en hızlı AB'ci" ünvanını Mesut Yılmaz'dan almak istercesine, görkemli "Evropa Sefer-i Hümayunu"na başladı. Netice bıçak sırtında; yürekler gidip-gidip geliyor; "Katolik Nikahı" gibi utanç verici komedi denemeleri dahi "Sahipler"in yüzünü güldürmüyor, hatta kaşları daha da çatılıyor, "Evropanın reayası" ve/ya "haşmetli Roma'nın zenginliklerini talan ve yağma etmek üzere İmparatorluk sınırlarına yığılan barbarlar" addettikleri garip Türkler karşısında daha da sertleşiyorlar. Bu yazının neşredilmiş bulunduğu tarihte herşey belirlenmiş olacak; ancak, bilinmelidir ki, Evropalı efendiler, nomad Türklerin burnunu daha çok kıracak ve onları, sırtlarına Roma'nın şalını atmadan ve lime-doğramadan kapıdan içeriye kabul buyurmayacaklardır; yani birşeyler beklemeyiniz.
"AB'ye kabul edilme tarihi" değil, "kabul edilme müzakeresi tarihi" de değil, "kabul edilme müzakeresi tarihinin tarihi"nin olağanüstü bir başarı olacağı açıkça ilan edilen ve Temmuz 2005 tarihine karşı yalancıktan kükreyenlerin bu muazzam seferinden şu ana dek ortaya çıkan tek somut sonuç, Kıbrıs'ın, vaktiyle iptidai dinlerin mü'minlerinin ilahlarının gazabını def' ve lutfunu celbetmek maksadıyla insan kurban etmelerine müşabih olarak, Avrupalı ilahların önünde boğazlanacak bir kurban olarak telakki edildiğinin açıkça ortaya çıkması oldu. Velakin, Anatole France'ın dediği gibi "Les Dieux son soif"; yani "İlahlar Susamışlardır"; Kıbrıs dediğin ne ki; kesmez! Dahası gele!
- AKP'nin AB kapılarında Millet'ten almış olduğu hakkını-hukukunu - ve tabiatiyle hakkı-hukuku ile birlikte ve hepsinin temeli olmak üzere "haysiyetini" - koruma görevine taban-tabana zıt bir şekilde, O'nun haysiyetini aşırı derecede incitecek ve hatta sefilleştirecek tarzda yalvar-yakar oluşu ve Medya'nın hemen tamamının ve şaşkın ve çaresiz ve dahi (şimdi burası tam yeri) bilgi kaynağı TV tartışmaları, televoleler ve Medya Uleması olan kamuoyunun büyükçe kısmının da bu yalvarma ayinine kendisini zincirlerle dövecek derecede cezbe halinde iştiraki karşısında, bundan beşyıl dokuz ay mukaddem yazmış olduğum şu satırlardakine göre en ufak bir tekamül görebilmiş değilim["Türkiye ve Avrupa: "Düşmüş Soylu" ve "Kamelyalı Kadın""., Son Çağrı., 20.03.1997, Perşembe]
"Dikkat edilecek olursa, son günlerde Avrupa Birliği'nden konu ile ilgili olarak gelen bilgiler kamuoyunda şok etkisi yapmaktadır. Burada "şok" kelimesini tercih ederek kullandım; zira, bu haberler, Türkiye'yi ümit ile yeis arasında oyuncak gibi sallandırmaktadır. Adamlar bizimle bal gibi oynuyor, ince-ince alay ediyorlar. Bir diyorlar ki, "A.B. bir Hristiyan klübüdür", kahroluyoruz, "eyvah, almayacaklar"; bir diyorlar ki "hayır, ne münasebet"; gözlerimizde umut ışıkları yanıyor, "çok şükür alacaklar"; bir diyorlar ki "A.B. bir medeniyet projesidir"; kahroluyoruz, "bu iş bitti, almayacaklar"; arkasından diyorlar ki "öyle olsa da siz zaten bu medeniyetin bir parçasısınız". Sevinçten deliye dönüyoruz: "Bu iş tamam, alacaklar".
"Avrupa, kendisine delicesine bir kara sevda ile tutulmuş, aklını ve aklı ile birlikte saygı duyulacak birçok şeyini de ziyan etmiş, en önemlisi, kendisine olan saygısını kaybetmiş eski ve köklü bir zadegan, bir soylu, düşmüş bir aristokrat olan Türkiye ile bazan gizli-gizli, bazan açıkça alay eden, O'na istediği herşeyi kabul ettirebilen çok akıllı, çok güzel, çok albenili, çok cazibeli, çok frapan, ama çok kaprisli, çok kurnaz, çok tecrübeli, çok işveli, çok fettan, çok zalim, çok merhametsiz, çok vefasız, çok sadakatsız, çok hain, çok sevgisiz, çok saygısız, çok gaddar, çok ocaklar söndürmüş, feleğin çemberinden defalarca geçmiş bir yosma, aşığını çıldırtan bir aşüfte gibi davranıyor."
- Bu konuyla alakalı en calib-i dikkat gelişmelerden birisi de, 12 Eylül kahramanı Evren Paşa'nın "Behey Tanrım! Bizi kimler idare etmiş!" dedirten, "Biz Kıbrıs harekatında bazı yerleri elimizde pazarlık payı olsun diye almıştık" şeklindeki müthiş ifşaatı oldu. Buyrunuz, bir kere daha aşk ile ve şevk tekrar edelim: "Behey Tanrım! Bizi kimler idare etmiş!". İsteyen şöyle de diyebilir: "Her millet kendisine layık idare ile idare olunur!" Bence her ikisi birbirini tamamlayarak cemiyetimizin manzarasını daha vazıh bir surette resmediyor.
***
Bu yazıya mim koymadan önce, ileride daha genişçe almak üzere, belki hepsinden mühim bir başka gelişmeye de bir paragrafcık tahsis edelim: Artık aşikare görülmüştür ki; Türkiye'de Siyasi Milliyetçilik, birçok bakımlardan "iflas" olduğu dahi söylenebilecek vahim bir kriz içerisindedir! Bu derin krizi görmezlikten gelerek ve hiçbir peşin hüküm taşımadan, fikri olanların ağzını kapamaya, doğruyu söylediğine samimiyetle inananları dokuz köyden kovmaya kalkışmadan, gerçek bir entellektüel zeminde gerçek fikri müzakerelere açmadan nereye kadar gidilebilir?
Üzerine basa-basa söylüyorum: Bugüne kadar tatbik edilegelen Siyasi Milliyetçilik, yine bugüne kadar hiç aklına almadığı "kendisi üzerine düşünme"yi öğrenmediği, kendi-kendisiyle kemal-i ciddiyetle hesaplaşmadığı takdirde, daima marjinal kalmaya mahkumdur!
Bu kriz, ne kadar samimi olursa olsun, "iman tazelemekle" değil ancak ve yalnız bu suretle aşılabilir.
Benden söylemesi.
***
Doğru hiç kimsenin inhisarında değildir ve dahi başkaları ile karşılıklı tefekkür etmekten uzak durarak sadece kendi cemaatinin fikirlerini dinlemekle yetinen ve mutlu olanlar, hep aile içinden yapılan evliliklerde sakat çocuk dünyaya getirme riski sürekli büyüyen insanların konumuna düşerler; öyle olmuyor mu nitekim?...
***
Sütunumun adını "Birlikte Düşünmek" korken, düşündüğüm gaye de bu idi: En azından Türk Haber çerçevesinde yazar ve okuyucu olarak müşterek bir akıl oluşturmak; ne var ki bugüne kadar yazmış olduğum otuzyedi yazıma hiçbir cevap almış değilim; tek bir adet bile!
... niçin?
Böyle giderse sütunumun adını "Birlikte Düşünmek"ten "Ben Böyle Düşünüyorum"a tahvil edeceğim.
|