Ülkemiz, uzunca bir müddetten beri, "ne olacak bu memleketin hali" ibaresinin bir espri olmaktan çıkıp beyin kanatan heyulani bir suale dönüştüğü ağır bir buhran ortamından geçiyor; her geçen gün biraz daha kötüye gitmekte olduğumuzu söylemek abartılı ve yanlış bir iddia olarak görülmemelidir. Vakıa insanlarda umumiyetle maziye karşı bir hasret duyma, geçmiş zamanları hasretle yadetme ve gününü beğenmeme eğilimi her zaman vardır, fakat bu öylesi bir şey değil. Keza, bu memleketin ve bu milletin başı hiçbir zaman dertten kurtulabilmiş değildir; fakat içinde bulunduğumuz vazıyet, "bizler daha nice kötü günler gördük" diyerek kendimizi teselli edeceğimiz türden değil. Evet, filhakika, bizler neler gördük; ya da neler görmedik ki? Sadece şu anda biz ber-hayat olanların görüp-geçirdikleri dahi başlıbaşına bir destandır desek sezadır.
Ancak şimdiki ahval ve şerait, bunların hiçbirisine benzemiyor. Nemiz var ki denebilir: Hamdolsun, harp yok, darp yok, işgal altında bulunmuyoruz; Boğaz'da müstevli ecnebi zırhlıları demir atmış değil; onbeş sene müddetle güzel yurdumuzu kana bulayan etnikçi isyanın beli kırıldı; evladını okuluna gönderen annelerimiz yirmi küsur yıl önceki gibi ciğerparelerini pencerelerde heyecanlı ve endişeli gözlerle beklemiyor. Saymaya devam edelim: Kıtlık yok, henüz istisnai birkaç örnek haricinde "aç mezarı" yok; iyi-kötü herkesin başını sokacağı bir yuvası var ve mesela Mısır ve Hindistan benzeri birçok ülkede olduğunun aksine kabristanları mesken tutmuş - öyle birkaç gariban değil - milyonlarımız ve hatta, dahası, birçok batılı ülkede olduğunun aksine, sokaklarda "karton evler"de yatan büyük kitlelerimiz de yok; pek matah bir şey sayılmaz ama yine de iyi-kötü çalışan bir demokrasimiz var; ekonomik krizlerimize ve sıkıntılarımıza rağmen birçok ülkenin belki yüz yılda yakalayamacağı bir seviyemiz dahi var; her şeye rağmen topraklarımız şöyle ya da böyle ekiliyor, işsizliğin ayyuka çıkmış olmasına rağmen bir yandan hala diplerde, derinlerde belirli bir hayatiyetini muhafaza eden "Derin Türkiye" sayesinde, diğer yandan geleneklerimizin büyülü gücü olan "dayanışma" sayesinde ve de ilaveten, hala herşeye rağmen sayıları ve güçleri git-gide azalmakla beraber direnen, üretmeye, zenginlik ve kaynak yaratmaya devam eden dürüst ve kahraman insanlar sayesinde yıkılmadık, iyi-kötü ayakta durabiliyoruz. Şu halde, Büyük Kriz'e rağmen düşmüş bulunduğumuz 2000 Dolar fert başına milli geliri hayal bile edemeyen ülkelere bakıp "buna da şükür" demek varken bu şikayet niçin? Bir yiyip bin şükredelim!
Eğer mes'ele bu kadarcık basit veya basite irca edilebilir vasıfta olmuş olsaydı, hepsi de doğruluk payı taşıyan bu yürek ferahlatan düşüncelere herhangi bir itiraz caiz olamazdı; elbette nimetlerimize binlerce kere hamdolsun! Binlerce kere hamdolsun ki, hala bu topraklar bir Türk-İslam beldesi, hala semalarımızda ezanlarımız okunuyor ve bayrağımız dalgalanıyor ve hala bu canlar bu bedenlerde! Bu devlet ve bu vatan öyle kolay-kolay iki tırnak arasında ezilebilir mi? O halde ne gam?
Ancak, mes'ele bir yanıyla bu kadar yalın ve bu kadar basit ve bir yanıyla da göründüğünden çok daha karmaşık. Aslında problem tam da bu noktada zuhur etmekte: Her hususta muazzam bir potansiyele sahip olan bu millet, bu vatan ve bu devlet, için-için tutuşmuş kömürler gibi yanıyor ve çürüyor. Problemin basit tarafı şu: Türkiye hemen her hususta muazzam bir potansiyele sahip; karmaşık tarafı da şu ki, üst-üste binmiş problemler yumağı, bu potansiyelin aktüel hale dönüşmesine engel oluyor; hatta onu daha da karmaşık hale getiriyor; için-için yanması ve çürümesi bundan Ve mes'elenin en ağır tarafı da, çürümenin ve yanmanın bir iç kanama gibi olması; facia hariçte göründüğünden daha derin ve daha büyük ebadlarda.
İmdi; burada kullanmış olduğum "muazzam potansiyel" ibaresi ile kastettiğim, ekseriyetle yapıldığının aksine, ülkemizin henüz kısm-ı azamı atıl halde bulun(durul)an, değerlendiril(e)meyen yer altı ve yer üstü maddi zenginlikleri değil, onları da tazammun etmekle beraber, daha ileri, daha kapsamlı bir şey olan, içtimai, manevi ve kültürel potansiyeldir: Türkiye'de ve Türk İnsanı'nda, gerilmiş bir yayda sıkışmış bulunan potansiyel enerji benzeri hayli mühim, hayli ciddi bir birikim var; bu birikim tarihten geliyor, kültürle besleniyor, dünyayı algılayış ve kavrayışımızı şekillendiriyor, gelecek tasavvurlarımızı oluşturuyor ve üstelik durmadan kemmi olarak büyüyor; ancak, problem, sıkışan ve gerginleşen bu yaydaki potansiyel enerjinin rasyonel bir tarzda serbest bırakılarak kinetik hale dönüştürülebilmesi problemi olmaktadır. Yay sıkıştıkça sıkışıyor, potansiyel biriktikçe birikiyor, fakat her ne oluyorsa oluyor, "potansiyel" (bil-kuvve, en puissance) halden "aktüel" (bil-fiil, en acte) hale münkalib olamıyor. İşte bu çok ciddi bir tehlike, veya başka türlü ifade edildikte, asıl tehlike burada; aşırı derecede, esneklik sınırını tecavüz edecek derecede sıkış(tırıl)an her yayın başına gelecek olan mukadder akıbet onun da başına gelebilir: Birikmiş o muazzam potansiyel enerji, en irrasyonel, en kötü şekilde boşalıverebilir: Kırılır! Bouterweck'in dediği gibi: "Aşırı derecede bükülen bir kamış kırılır."
Türkiye bu şekilde bir tehdit ve tehlike ile karşı-karşıya: Birikmiş o muazzam potansiyel, rasyonel bir boşalma yapamadığı için yayın kırılması gibi vahim bir sonuca doğru gidiyor ve bu tehdit ve tehlike de asıl olarak dışarıdan değil içeriden geliyor; bu ülkenin kendisi kendi felaketini üretiyor.
***
Türkiye'nin birikmiş olan bu potansiyeli ile yöneldiği hedefi kısaca, "düşük şiddetli devrim" olarak nitelendiriyorum ve iddia ediyorum ki: Türkiye, bir "devrim süreci" yaşamaktadır. Bizler, bütün Türk Milleti, fiilen yaşanmakta olan bir devrimin tam içerisinde bulunmaktayız. Bu devrim, yeni başlamış değildir; kökü çok derinlerdedir; son zamanlarda vukua gelen günlük hadiselerin, politik dalgalanmaların büyük bir çoğunluğu ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Bunun yanında belirtilmesi gereken en önemli karakteristik niteliklerinden birisi, Devrim'in, uzun bir süreye yayılmış, hızının yavaş, şiddetinin (magnitüd) düşük olması olup, sathi bir bakışla hemen dikkatleri çekememesi ve dahi bizim onu "düşük şiddetli" olarak isimlendirmemizin asıl sebebi de budur.
Bu konuda tezim ezcümle şöyle: Bu memleket ve bu millet, her türlü olumsuzluklara rağmen, hala büyük, hatta çok büyük; bir devrimi tetikleyecek ve motoru olacak kadar büyük; ama bu büyüklük esas itibariyle, sıkışmış bir yay misali, henüz tam olarak açığa çıkamamış, aktüel hale dönüşememiş potansiyelinde ve şayet bu potansiyel rasyonel bir tarzda bilfiil hale dönüştürülebilecek olursa Bizler, Biz Türkler dağları yerinden söküp atarız! "Devrim" ile bir kastettiğim de budur.
Lakin bunun için iki şartın ankaribüzzaman ve bila noksan te'min ve tedarik edilmesi icap etmektedir ki bunlar aynı zamanda yaydaki potansiyelin rasyonel bir şekilde boşalmasına mani' olan ve onu kırılma raddelerine kadar gerdiren iki tehdit kaynağının da bizzat ve bizatihi kendileridir: Siyaset ve İntelijansiya. Yani daha anlaşılır bir dil ile söyleyecek olursak, Türkiye'nin ve Türk Milleti'nin önünü açacak olanlar aynı zamanda önünü kapatanlardır!
Zira, her türlü büyük devrimsel dönüşümler asıl sonuçlarını ancak kendi yarattığı intelijansiyası ile siyasete yönelerek alır; hiçbir devrim, en iyisinden ve en rafinerisisnden, en güçlü ve en ihlaslısından bir intelijansiyası ve siyaseti olmadan, kendisini en muktedirane siyasete taşımadan sadece ve yalnız Halk'a yaslanmakla, sadece ve yalnız "haklı" olmakla, asla hedefine vasıl olamaz; aksi halde, Devrim, ya yatağında boğulur ya da dejenere olur. Spartacus'un hürriyet ve istiklal için ayaklanması toplumun tabanında büyük bir makes bulmuş olmasına rağmen, iki büyük kusuru yüzünden yatağında boğuldu: Bütünüyle kölelerden oluşan bu kitlenin entellektüeli ve siyasi gücü yoktu. Hristiyanlık ise "alt"tan gelen bir devrim olarak başarıyı yakaladı; ama dejenere oldu; zafere ulaştığında ne yazık ki artık saf kimliğini kaybetmiş ve Şirk'e batmış bulunjuyordu; çünkü çok uzun süren mücadelesinde kendi intelijansiyasını yetiştirebilme ve siyasi güç kazanabilme konularında çok gecikmişti.
İmdi; Türkiye'de toplumun bütünüyle kendi insiyakleri ile yürütmeye çalıştığı bu düşük şiddetli devrim de, iki şeametli akıbetten birisine maruz kalmak üzeredir: Ya bir spartakist hezimet ya da bir hristiyani dejenerasyon. Çünkü, Devrim'in tabanı ve motoru Türk Halkı'dır; ancak, ne güçlü ve muktedir bir intelijansiyası ve ne de siyasetçisi vardır.
İşte Türk(iye) intelijansiyası ve işte Türk(iye) siyaseti ve siyasetçisi; her ikisi birbirinden kötü!
***
Yine de şu andaki halimize binlerce kere şükretmeye devam edelim; zira korkum odur ki, çok daha kötü günler görebiliriz.
***
NOT I: Türkhaber'in bu sayısı, kural dışı bir tarihte yayınlanmıştır.
NOT: II: Bu makale, dergide, "Durmuş Hocaoğlu" adıyla değil, sehven, "Mehdi Ergüzel" adıyla yayınlanmıştır.
|