Türkiye'nin şu anda yaşamakta olduğu süreci en muktedirane bir surette ifade etmeğe muktedir terim, fikrime nazaran, şudur: En Büyük Kriz.
Bu düşünce, kat'iyen haksız bir karamsarlık ifadesi olarak algılanmamalıdır; en samimi kanaatim odur ki, Türkiye, bütün Cumhuriyet tarihinin en büyük ve en derin krizi ile karşı-karşıya bulunmaktadır. Bu krizin bir tek cümle ile özeti şudur: Cumhuriyet'in takip olmuş politikaların makro ölçekte tıkanması!
***
Herşeyden önce, Türkiye'nin çok ciddi manada bir sosyal ve politik rehabilitasyon ihtiyacı bulunduğunu kabul etmemiz şarttır. Bu rehabilitasyon ihtiyacı, en fazla, "Devlet ile Millet arasındaki ayrışma ve kopuş" ve "bağımsızlık bilincinin yırtılması" sürecinden kaynaklanmaktadır. Üzerime düşen bir vazife olduğuna inanarak bağıra-bağıra ikaz ediyorum: Bu ülkede Devlet ile Millet arasında bir ayrışma, bir kopuş yaşanıyor ve bağımsızlık bilinci yırtılıyor.
Evet, dostlar: Türkiye'miz, hepimizin gözlerinin önünde adım-adım gelişen bir trajedi yaşıyor! Fikrimce, şu anda Türkiye'nin bundan daha büyük problemi yoktur: Devlet ile Millet arasındaki bağ tehlikeli bir biçimde gevşemekte, her ikisinin arasında bir kopma ve ayrışma süreci yaşanmakta ve toplumda bağımsızlık bilinci yırtılmaktadır.
Bu keyfiyetin en bariz göstergesi, Türkiye'nin devleti ve milleti ile birlikte "Avrupa Birliği"ne bakışındaki anormal yaklaşımdır. Bu yaklaşımın başka hiçbir adı yok: Mandacılık! Ne hazin bir tecelli: Türkiye, devleti ve milleti ile, mandacılığı içine sindirmiş bulunuyor.
***
Bu noktada, Toplum'daki "Kollektif Bilinç"in her zaman için yanılmaz olup-olmadığı konusunda, Hegel'in, Avusturya, Bavyera ve Bohemya'da Reformasyon'un büyük ilerlemeler kaydetmiş bulunmasına karşılık başarısız kalışını açıklarken yaptığı tesbitten çıkardığı şu hükmü hatırlatmaya gerek görmekteyim: "Doğruluk bir kez zihinlere girdi mi, bir daha oradan sökülüp atılamaz denmesine rağmen, bu ülkelerde o, silah, hile ve kandırma gücüyle zihinlerden sökülüp atılmıştır." Yani: Büyük Kitle'nin makro bilinci her zaman için yanılmaz kabul edilemez; bu hüküm hassaten şu bunalım dönemindeki Türkiye için daha fazla bir değer taşımaktadır. Evet: Avrupa Birliği'ne ne olursa-olsun girmek yönünde toplumumuzda yüzde yetmişe kadar yükselen eğilim yanlıştır! Toplumumuzun büyük ekseriyetinin böyle bir tercihte bulunuyor olması, onun doğruluğunun bir karinesi olamaz.
Bu yanlışlığın sebeplerini ileride ayrıca tahlil etmeye çalışacağım; ama şimdilik ilk önce en büyük sebebi söylemeliyim: Toplumsal Bilinç yanlış tercihte bulunuyor; çünkü toplumsal psikolojimiz bozuk vazıyette bulunuyor; nasıl ki eğri odundan düzgün çubuk çıkmazsa, bozuk bir zihinden de salim bir karar çıkmaz; ve dahi, nasıl ki şaşıran ördek suya tersinden atlarsa, şaşıran ve bunalan bir toplum da yola tersinden girer.
İmdi, bundan sonraki satırlarda ise, sadece "Toplum'dan ileri gelen kusurlar"ı ele alacak ve onlara da sadece konu başlıkları halinde temas etmekle yetineceğim:
1: İlk olarak belirtilmesi gereken husus, Türkiye'de çok kuvvetli bir "Avrupa Birliği Lobisi"nin varlığıdır. Türkiye'deki en güçlü yönlendirme, bilgilendirme (bilhassa yanlış bilgilendirme), politika oluşturma ve kabul ettirme, Kamuoyu oluşturma merkezi olan bu lobi, hem Devlet, hem bütün siyasi partiler ve hem de medya üzerinde tam ve mutlak bir hakimiyet sahibidir. Bu durumun böyle devam etmesi halinde pek yakında, Avrupa Birliğini Koruma Kaanunu adı altında bir kaanunun ve hatta anayasa maddesinin kabulü ve Avrupa Birliği aleyhinde herhangi bir fikrin ileri sürülmesinin ağır bir suç haline getirilmesi dahi mümkün olabilir. Bu takdirde, Türkiye'de, Avrupa Birliği İdeali, Atatürk İlke ve İnkılapları yanında tartışılması imkansızlaşan ikinci ve daha büyük bir ilkeler kümesi olacaktır.
Nitekim şimdiden bu lobinin gücü öylesine büyümüş bulunmaktadır ki, AB aleyhindeki fikirleri derhal birer insanlık ayıbı, fanatizm, şovenizm gibi takdim ve kabul ettirebilmektedir.
2: Gerek Devlet ve gerekse de Toplum'un büyük ekseriyetinin AB hakkındaki bilgileri son derece sathi, derinliksiz, romantik, ütopik ve gerçeklerden uzak bulunmaktadır.
Nitekim, Avrupa Birliği, hala, ağırlıklı olarak bir ekonomik birlik gibi algılanmakta ve onun asıl veçhesi olan siyasi ve kültürel yanı ıskalanmaktadır. AB üzerine yapılan tartışmalarda, bu projenin tarihi ve felsefi arka-planına ilişkin hemen-hemen hiçbir ciddi analiz göze çarpmamaktadır. İşin gerçeği çok kalın çizgilerle şudur: Bir: Avrupa Birliği, aslında, adım-adım yürütülen bir "İkinci Roma Projesi"dir. İki: Avrupa için Türkiye, "Doğu'daki Endülüs"tür. Roma İmparatorluğu'nun mirası ve Batı tarihinin gelişimi süresince Avrupa'da biti kanlanan her devletin bu mirası ihyaya çalışması; Abbé de Saint Pierre'den Immanuel Kant'a, Ortega y Gasset'ye varıncaya dek teorisyenlerin, filozofların bu vadideki fikri mesaileri bilinmeden, II. Büyük Harb'in hemen akabinde Churchill'in Zürih Üniversitesinde (eylül 1946) yaptığı konuşmada "Birleşik Avrupa Devletleri" hedefini gösterişinden haberdar olunmadan, Kömür Birliği, Çelik Birliği, Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi "Avrupalılar-arası" ekonomik kuruluşların, Avrupa Topluluğu gibi ekonomik-siyasi teşkilatlanmaların ve dahi Avrupa Birliği'nin neye delalet ettiği idrak edilemez!
3: En başta Avrupa Birliği Lobisi olmak üzere, Avrupa Birliği hakkındaki akıl almaz propapaganda kampanyalarıyla, gerçeklikten uzak, bir yer-yüzü cenneti şeklinde tasvir edilen aşırı abartılı, sanal, ütopik ve romantik bir dünya imajı yaratılmış, Avrupalı'ların tarihlerinin nasıl bir sömürgecilik ve zulüm tarihi olduğu unutturulmuş ve zoka gibi yutturulmuş bulunmaktadır.
4: Bunun yanında ve bunlara ilaveten başka ve çok mühim bir husus da şudur: Bir türlü "üretme"yi tam olarak öğrenemeyen bir toplumun çok hızlı bir şekilde ve çok aşırı derecede görgüsüzce "tüketme"ye yönelmesinin acı bir neticesi olarak, "üretmeksizin üleşme"ye yönelinmesi; Avrupalıların her önlerine gelene para dağıttığı şeklinde, açıkça söylenmemekle beraber içselleştirilen, skandal mertebesinde bir cehaletin yaygınlaşması da AB sevdasını hızlandırmaktadır. AB heveslisi sıradan insancıkların hesabı budur: AB'ye girersek, para yağmuruna tutulacağız; artık bize yok yok! Behey şaşkınlar! Siz kiminle dans ettiğinizin farkında mısınız? Zenginliklerinin temelinde kan, zulüm ve sömürü yatan, Sömürgecilik denen çirkinliğin mucidi ve ordinaryüsü olan, beş almadan bir vermeyen Avrupalı'nın kendi zenginliklerini sizler gibi saftorik kuzucuklarla paylaşacağını zannetmekle sadece zeka seviyenizi göstermektesiniz!
5: Bunun yanında başka bir mühim faktör, Toplum'un "Devlet'ten bıkması ve ümidini kesmesi"dir. Evet; yanlış okumadınız: Bu toplumun hiç de küçümsenmeyecek bir kesrinde, kendi devletine karşı bir bıkkınlık ve ümitsizlik psikolojisi hakim olmaktadır. Henüz rüştünü isbata muvaffak olamayan Türk Toplumu, bir türlü kendi devletini ele geçirmeye muvaffak olamamanın; Devlet'ten gelen tazyikler karşısında tam bir çaresizlik ve acz içerisine düşmenin yarattığı bir nevi' bıkkınlık haletinde bulunmakta ve kendi devleti ile olan gönül bağını koparmaktadır ki buradan çıkan feci sonuç, Kozmopolitizm, yani "bağımsızlık bilincinin yırtılması"dır. Kozmopolitizm bir kere ruhları zaptedince Vatan, Devlet, Millet gibi kutlu kavramlar bütün değerini ve anlamını, bütün cazibesini ve efsununu kaybetmektedir ki bu vazıyette, milli (?) slogan da artık şu olmaktadır: "Vatanım ruy-ı zemin, milletim nev-i beşer!"
Bu bıkkınlığın hasıl ettiği bir depresyon da şudur: Dindar insanlar üzerinde kurulan despotik baskılar, onların, kendilerini dinleri ile devletleri ve vatanları arasında zor bir tercihte bırakılmış hissetmelerine sebebiyet vermekte ve, bu kişilerin zihniyet dünyalarında bir tahribata yol açarak Avrupa'da daha iyi müslümanlığımı yaşarım gibi bir zihniyetin doğmasına yol açmaktadır.
Bu depresyon şüphesiz haklıdır; ama buradan varılan sonuç hem haksızdır ve hem de külliyen yanlış: Avrupa'da daha iyi müslümanlık yaşanmaz, beyler! Orada olsa-olsa belki Avrupalı efendilerin kuracağı "müslüman gettoları"nda bir sığıntı müslümanlığı yaşanır veya bir de, belki "homoseksüeller" gibi marjinallere tanınan hakların birkısmı ile iktifa etmek zorunda bırakılır!
6: Bir başka mühim faktör de, Millet'in Siyaset'ten bütün ümidini kesmesi, bıkması hatta tiksinti duyar hale gelmesidir. Sizce haksız mı?
"Kime Müslüman dedimse cübbesinin altından haçı çıktı" diyen şairin ifade ettiği gibi; bu toplumda git-gide yaygınlaşan kanaatin, bu ülkenin, renkli, renksiz, solcu, sağcı, sosyalist, sosyal demokrat, demokratik sol, liberal, İslamcı, milliyetçi ve ilaahir bütün siyasi kadrolarının Halk'ın hakkını, hukukunu, menfaatini korumak yerine bizzat kendilerine, kendi kişisel ve sınıfsal-zümresel menfatlerine hizmet etmekten, haram ile şişmiş karınlarını hergün biraz daha şişirmekten başka bir işle iştigal etmedikleri ve aldıkları oylara ihanet ederek Halk'ı düpedüz sattıkları; hemen-hemen her siyasetçinin bir hırsız olduğu; Siyaset'in artık temizlenmesi asla mümkün olmayacak derecede kirlenmiş bulunduğu ve bütün bu rezaletlerin önlenebilmesi konusunda görünürde hiçbir ümit kapısının bulunmadığıdır dersem çok mu karamsar bir tablo çizmiş olurum?
***
Bu gidişin sonu iyi değildir efendiler; vatanını, milletini, devletini seven herkes bu vazıyetten vazife çıkarmalıdır. Aksi halde, şu sloganı kendimize şiar edinmemiz kaçınılmaz olacaktır:
"Varlığım Avrupa Birliği'nin varlığına armağan olsun!"
***
Küçük bir not ve iki soru:
Bir: Türk toplumu, artık hiçbir milli meselede tepki vermiyor; en son misali Fransa'nın hakareti. Sizce, sebebi nedir?
İki: Böyle bir toplumda milliyetçilik ile iştigal etmenin ne anlamı vardır ve dahi bu ahval ve şerait tahtında, Milliyetçilik, bizzat Toplum ile çatışmayı göze almak gibi bir netice dahi hasıl edebilir mi?
....
Kanaatimce, günümüzde, belki her zamankinden daha ziyadece daha derinlikli düşüncelere ihtiyacımız bulunmaktadır.
|