ANASAYFA BİYOGRAFİ KİTAPLAR YAZILAR BİLDİRİLER RÖPORTAJLAR KÜTÜPHANE İLETİŞİM
        Detaylı Arama

Facebook'ta Paylaş

Siyaset, İtaat ve İslam; Devlet ve Devlet Aklı
Durmuş Hocaoğlu

Muhalif Gazetesi / Sayı: 52; 19.01.2001-25.01.2001
Son günlerde Marmara Üniversitesi'ndeki başörtüsü uygulamaları dolayısıyla İlahiyat Fakültes'nde yaşanan hadiseler, aynı yaranın tekrar deşilmesine sebebiyet verdi.  
 
Öncelikle, Real Politik açısından anlaşılması şarttır ki, bu ahval ve şerait tahtında, bu mes'ele bitmiştir; geçmişler olsun! Sistem'i tahrik ederek işin bu noktaya gelmesinde birinci dereceden sorumlu olanlar, meydana çıkıp "Gelin benden hesap sorun! Asacaksanız beni asın!" diyerek, veya bedenlerini ateşe vererek, gerçek birer "dava adamı", gerçek birer "erkek" olduklarını gösterecekleri yerde, korkudan bem-beyaz olmuş yüzlerle meydandan çekilmişler, ellerini yıkamışlar, hiç utanmadan başka işlerle uğraşıyorlar: Birkısmı, yalancı pehlivan misali, ayağına kadar gelen "şehadet" fırsatını teperek yurt dışına firar etmiş; birkısım teorisyenleri, kendi-kendilerini reddederek İslam'ın bir devlet talebi olmadığını bilbedahe isbat etmek ve dünkü komünist, bugünkü sözde liberaller (aslında hala komünist) ile al takke-ver külah ile iştigal buyurmakta; politikacıları da mukaddes partilerini ve daha mukaddes reislerinin zat-ı valalarını ve şahs-ı ahdeslerini kurtarmak için sokağa saldıkları kırkbin kaatil yetmemiş gibi, yeni-yeni projeler geliştirmekten başka bir işle ilgilenmeyi akıllarına dahi getirmemekte.
 
Olan da oluyor, zavallı talebelere ve zavallı hocalara; işin yoksa uğraş.
 
Bu babda sözü daha fazla uzatmadan, bundan takriben iki seneden biraz daha uzunca bir müddet önce yayınlanmış bir yazımdan kısa bir iktibasta bulunmakla yetinmenin şimdilik kafi olduğunu düşünüyorum [Aksiyon., Sayı: 206., 14.11.1998-20.11.1998]:
 
".../(İslami Sistem gibi fikirlerin...) pratikte uygulanacağını işaret edenler, Pandora'nın Kutusu'nu açtılar, kapatamadılar; Sistem'i endişeye sevkederek sertleştirdiler, Türkiye'ye zarar verdiler, birçok insanı mağdur ederek kanına girdiler ve sonra da kenara çekildiler. Şimdi köylülerin isyanı bastırılıyor, onları kan tuttu, bakamıyorlar! Onların, "rektörler selam duracak" dediği kızlar bugün üniversitelerden atılıyor, adamlar tık demiyor, hiçbir şeyi üstüne almıyor, banamısın demiyor, damla renk vermiyor. Onların, sözlerinin arkasında duracak, mağdur ettikleri insanların vebalini yüklenecek, "Evet! Sorumlu benim! Gel bana sor!" diyecek kadar "delikanlı" yürekleri olmadığını erbabı bilmekteydi, ama şimdi ümit edelim ki daha çok kişi görmüş olsun."
 
***
 
Gelelim, benim burada, gündelik politik açıdan değil de salt fikir açısından mevzu etmek istediğim asıl konuya.
 
Bu hadiseler dolayısıyla, İlahiyat Fakültesi'ni yeni dekanı Sayın Beyaz, talebeleriyle yaptığı söyleşide, onları ikna edebilmek için, Kur'an'dan deliller getirerek, ezcümle, Devlet'e ve Siz'den olanlara itaat ediniz; bu, Allah emridir şeklinde nasihatlerde bulundu. Yukarıdaki paragraflar gözönüne alındığında Sayın Beyaz'ın, yönetmelikleri uygulama konusundaki tavrına karşı bir itirazın anlamsızlığının aşikar olacağı açıktır; ayrıca, talebeyi ikna etmeye çalışmasının da, birçok fakülte dekanının böyle birşeye lüzum dahi görmemiş olduğu hatırlanacak olursa, prensip olarak doğru bulunması ve hatta takdir edilmesi gerektiği dahi söylenebilir. Fakat, bunun için, Kur'an-ı Kerim'e başvurulması hem siyaset ve hem de bilim adına, sadece hatalı değil, kökten yanlıştır. Benim burada kısaca ele almak istediğim husus da budur.
 
İmdi: Öncelikle dikkat edilmesi gereken şey, bizzat bu fikrin laik bir mantığa aykırı oluşunun gözden kaç(ırıl)ması suretiyle dıştan tutarsız oluşudur. Zira, bu tez, Devlet ile Vatandaş arasındaki bağın meşruiyet referansı olarak Din'i göstermektedir. Halbuki laik bir kamu düzeninde Din hiçbir surette meşruiyet kaynağı, referansı olamaz. Batı'da Din ancak, belirli bir miktarda ve nisbette seküler ülkelerde meşruiyet kaynağı ve referansı olabilmektedir; bizim kendimize model olarak aldığımız Fransız tipi laiklik için ise böyle birşey kesinlikle düşünülemez.
 
İkincisine gelince: Bu tez içten de tutarsız olmakla maluldür. Zira, Kur'an'ın itaat edilmesini emrettiği devlet modeli ancak O'na göre müesses bir kamu nizamı ile anlamlı olabilecektir; çünkü, "Ulu'l-Emr" (Siyasi Otorite) kavramı da yine ancak bu kontekstte bir anlam kazanmaktadır. Nitekim, bu konuda delil olarak vaz' edilen Nisa Suresi'nin ilgili ayetleri dikkatle tetkik edildiğinde, [IV/59, 60, 61, 64, 65, 69] vazıhan görülecektir ki, Kur'an, "itaat"in, ancak, "Allah'a, Resul'e ve Siz'den olan otorite sahiplerine" yapılmasını emretmektedir.
 
İmdi, buradan çıkacak olan sonuç şudur: İlk iki madde (Allah'a ve Resul'e itaat), konuyu bütünleyen başka üç ayet (Maide: V/44, 45, 47) ile birlikte mütalea edildiğinde, Kur'an'ın, Din ve Dünya hayatını bir 'bütün' olarak telakki ettiğini ve doğrudan-doğruya, gayet açık ve net olarak, İtaat'in, ancak ve yalnız, İslam referanslı bir siyasi otoriteye yapılabileceğini göstermektedir ki buradan laik bir sistem için meşruiyet senedi, içten, yani Kur'an'ın içinden çıkarılamaz. Üçüncü madde (Siz'den otorite sahiplerine itaat) ise, öncelikle, ilk iki maddeye atıfta bulunmakta ve sonra da daha geniş kapsamlı bir başka terimi gündeme getirmektedir: Sözleşme! Evet: Sözleşme! Vakıa Kitab-ı Mübin bu terimi lafzan kullanmakta değildir; ama ruhen, çok net bir biçimde, onu işaret etmektedir. Zira, Siz'den olan otorite sahipleri (Uli'l-emri minkum) ibaresi, yönetenler ile yönetilenler arasında, aleni veya zımni, karşılıklı rızai bir mutabakat ve buna bağlı olarak bir irade beyanı ile imzalanan bir Toplumsal Sözleşme'yi öngörmektedir; İtaat'in sadece otorite sahipleri'ne (ulu'l-emr) değilde Siz'den olan otorite sahipleri'ne (Uli'l-emri minkum) şeklinde vurgulanması, çok net olarak bunu anlatmaktadır.
 
"Sözleşme"nin ne kadar önemli bir kavram olduğuna şu açıdan dikkat edilinmesi zaruridir: Konu, politik mülahazalarla değil de bir bilim adamı kimliği ile, salt felsefi açıdan ele alındığında, hiçbir kişinin, altında imzası bulunmayan bir şarta meşru bir biçimde boyun eğmeye zorlanamayacağı kabul edilmelidir; aksi, Güç'ün (Otorite'nin; Ulu'l-Emr'in), meşruiyetini sadece ve yalnız kendisinden almakla meşru olabileceği gibi anakronik ve iptidai bir fikre götürür. Unutmamalıyız ki, hiçbir zaman, Güç, bizzat kendisi olarak kendisinin meşruiyet kaynağı olamaz; Güç, bizzat kendisini meşrulaştıramaz. Nitekim, Allah dahi, kullarını mes'ul tutabilmek için onlarla bir mukavele (ahidleşme) akdettiğini beyan etmekte ve kullarını bu ahidnameye (mukaveleye) uymaya davet etmektedir [Yasin: XXXVI/60-61: "Ey Adem evlatları! Biz sizlerle ahidleşmemiş mi idik ki, asla Şeytan'a kulluk (itaat) etmeyiniz; o, sizin ap-açık düşmanınızdır; andolsun ki, Bana kulluk (itaat) ediniz; doğru yol, budur!"].
 
Şu halde, şayet, İtaat için Kur'an referans gösterilmekte ise, o takdirde, Sözleşme olmadan İtaat de olmayacağı gibi bir sonuca varılması elzem olmaktadır ki buradaki Sözleşme kavramını da dar ve geniş olmak üzere iki ayrı mana kontekstinde ele alabiliriz. Dar ve özel kontekstte, yani İslam kontekstinde Sözleşme ve İtaat, ancak, yönetenler ve yönetilenlerin Allah'ın indirdikleri ile hükmedilen bir kamu düzeninde bir mutabakata varmaları halinde bir meşruiyet, bir mana ve kıymet taşıyacaktır. Geniş ve genel kontekstte ise, İtaat, yönetenler ve yönetilenler arasındaki herhangi bir mutabakat metni üzerinde aktedilen bir Sözleşme neticesinde, yönetilenlerden talep edilebilir; fakat bu, Allah indinde makbul ve geçerli olmayan bir sözleşmedir.
 
İmdi; bunlardan birincisi, laik bir sistem için düşünülemez. Eğer ki düşünülecek ise, Sistem'in ya Laiklik'ten uzaklaşması söz konusudur veya düpe-düz din istismarına tevcih etmesi. Birincisi teklif dahi edilemez; ikincisi ise, laik kanunlara göre suçtur (her kaanuna göre de istismar suç olmalıdır). Gelelim ikincisine, yani, herhangi bir dini kaynağa atıfta bulunmayan, genel ve geniş kontekstteki mukaveleye. Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının bir mutabakat ve mukavele mahsulü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz; ancak, bu hüküm, kamu nizamı söz konusu olunca doğru addedilemez; Türkiye Cumhuriyeti'nin kamu nizamı, yani kısa adı ile Sistem, bir mutabakat ve mukavele mahsulü değildir.
 
Lakin, bu vazıyet, bir isyan veya başkaldırıyı da meşrulaştırmaz; niçin mi? Başka zamanda belki tekrar ele alarak konuyu açarız; ama şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, birincisi, Real Politik gereğidir: Bu gibi yanlışlıklar, daha fazla ezilmelere ve daha fazla hürriyet daralmalarına yol açacaktır. İkincisi, daha teorik bir konudur ki şöyle özetlenebilir: Günümüzde, İslami bir sistemin ne olduğu meçhuldür. Ve bir de üçüncüsü var: Her ne olursa olsun; sistemini beğenmek veya beğenmemek hakkımız; ama, bu ülke de bu devlet de, bizim; bunu da salt ve mücerret felsefi-kelami argümanlar ile değil, siyaset ve tarih bilinci ile anlayabiliriz.
 
Bu ülke hiç kuşkusuz, bizim; yanlışlık yapma hakkımız yok; aksi halde, bu yanlışıklar, aradan sıyrılan çakalların ve sırtlanların ekmeğine yağ sürecektir.
 
***
 
... ama diyeceksiniz ki, Devlet Aklı denen bir şey de olmalı. Derim ki, evet, olmalı: Aksi halde, bu devletin, düşman sahibi olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmaz; O zaten kendisine yeteri kadar düşman üretiyor.
 

 
Bir tavzih:
 
Muhalif'te uzunca bir müddetten beri, bir haftalık siyasi haber ve yorum gazetesi için pek uygun olmadığını bilmeme rağmen, önce kesintisiz olarak onüç hafta süre ile Siyasi Milliyetçiliğin İflası, ardından da altı hafta süre ile Linguistik Domino başlıklı olmak üzere cem'an ondokuz hafta iki fikir yazısına ağırlık verişim dolayısıyla haftalık gündemin hayli dışında kalmış oldum. Bu tarzı tercih edişim, bana gelen birkaç elektronik mektupta da şikayete mevzu edildi. Şimdi burada, bu hususta bir tavzih olacağı düşüncesiyle, ismini mahfuz tutmak istediğim kıymetli bir okuyucumun bu şikayetine verdiğim cevabımı neşretmek istiyorum:
 
Şikayetlerinize hak vermiyor değilim; ancak, aşağıda tadat edeceğim maruzatımın da göz önünde bulundurulmasını rica etmek mevkıindeyim:
 
  • Muhalif'in bir fikir dergisi değil, bir haftalık siyasi gazete olduğunun idrakindeyim. Lakin; ele aldığım, Siyasi Türk Milliyetçiliğinin tarih çapındaki başarısızlığı'nın ve inkırazının hasıl ettiği fecaat ve ayrıca, bir "kabile dili"ne dönüşme temayülü gösteren Türkçe'nin zelil ve zebun hali gibi, çok kişinin üzerinde bolca nefes ve mürekkep tükettiği ve fakat, pek azı müstesna, "bilgi", daha doğrusu, "sıhhatli bilgi" yerine "sıradan malumat" ile geçiştirdiği, kısa vadeli gündem ile doğrudan ilgisiz gibi görünen ehemmiyetli mevzulara, hiç olmazsa birisinin - farz-ı kifaye niyetine - biraz daha derince eğilmesi gerektiği kanaatiyle bu yolu tercih ettim. Ancaki yine de belirtmeliyim ki, bu yazıları dahi, mümkün-mertebe, okuyucuyu çok sıkacak katı bir akademik formattan uzak kalmaya itina göstererek kaleme almaya gayret ettim.
 
  • Bu kadar uzunca süre tefrika edilen yazıların okunulurluğunun azaldığını elbet de bilmekteyim; fakat, kanaatime nazaran, illa ki çok okunan bir yazar olmak gibi bir gaye, bir düşünce adamı için bir tuzaktır; varsın beni az kişi okusun; bu yazılar, bir bakıma tarihe karşı irad edilmiş bir nutuk olarak da tefsir edilebilir. 
 
  • Bu itibarla, kendimi bir zamane felatunu vehmetmek gibi haddini mütecaviz bir tekebbür ve enaniyet gafletinde olmadığımın tefehhüm edilmesini hassaten istirham ederek derim ki; ben kendimi, sadece, bir farz-ı kifayeyi ifa eden ve ilerisi için kendi çapınca tarihe karşı da konuşan ve daha mükemmellerine bir yol açmak isteyen bir entellektüel, bir fikir işçisi olarak görüyorum.
 
  • Ayrıca, bu gibi yazıların sadece Tarih ile sınırlı kalmayıp günümüz için de sesine ses veren muhataplar bulduğunu ve binaenaleyh, faydadan hali olmadığını da düşünüyorum.
 
  • İmdi, bu noktada sormak isterim ki; bu memleketin omurgasını teşkil eden "Bizler"in, hep sığ göllerde kulaç atmak veya sahile yakın sularda kürek çekmekten vazgeçip, daha derinlere dalmak, daha ilerilerine açılmak, fikir denizlerine, ummanlara yelken açmak; daha derinlikli, daha müteemmil, daha feylesufane efkar ile iştigal etmek ve cedelleşmek vakti gelmeyecek mi? Ne zamana kadar oyunda oynaşta oyalanmaktan ve hep böyle geldik diye hep böyle gitmeye rıza göstermekten vazgeçerek, Dehr içre hangi bir vakitte büyük seferlere açılacağız?
 
  • Yani: Ümid ve niyaz ederim ki, bu kabil, bir nebze sıcak ve aktif gündemden kopmuş (veya öyle görünen) yazılar, min gayri haddin, saygıdeğer Muhalif okuyucularının da kalite ve seviye hususunda terfi etmelerine bir nebzecik yardımcı olacaktır.
 
  • Türk Milliyetçiliği'nin "büyük bir potansiyel güc"e karşılık "fikri bir sefalet" içinde bulunuşu beni kahrediyor desem, inanınız mübalağa etmiş olmam. Artık bu camianın, yani, Türk Milliyetçileri'nin, ferden çok kıymetli entellektüelleri bulunmasına rağmen, bu ülkenin en geri intelijansıyası olduğuna dair, kesin bir kanaat getirmiş bulunmaktayım. Lakin, yine de bu yoldan vazgeçemiyorum; elimde değil; herşeye ve herşeye rağmen, bir entellektüel (kendimi bu şekilde tavsif etmeme müsaade edilmesini rica ediyorum; aksini düşünenlere sütunum açıktır), bir fikir işçisi olarak, bu babda üzerime bir vazife düştüğüne kanaat getirerek, bu konularda karınca-kararınca araştırmak, düşünmek, yazmak, tartışmak, kritik etmek ve kritik edilmek istiyorum. Bunların bir kısmını - hiç olmazsa bir nebze - yaptım; yani, birşeyler yazdım; hatta bu camiaya göre çok ağır gelecek "damardan veren" yazılar da yazdım ve milliyetçi entellektüelleri tartışmaya davet ettim; netice kocaman bir "hiç" oldu! Ne dersiniz: Vazgeçeyim mi?
 
  • Bütün bunlara rağmen, yine de, çok mühim görmediğim hususlar haricinde, söz konusu ettiğiniz, sıcak ve aktif gündemi konu edinen yazılara daha fazla ağırlık vereceğimin de bilinmesini isterim.
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 234,16 KB ]




Copyright ©2006-2024, Durmuş Hocaoğlu

Sitede yayınlanmakta olan yazılar kaynak göstermek şartıyla kullanılabilir.

Anasayfa  |  Biyografi  |  Kitaplar  |  Yazılar
Bildiriler  |  Röportajlar  |  İletişim