Öztürkçecilik akımının hasıl etmiş bulunduğu tahripkar domino te'sirinin ne olduğunu anlamak için bu akımın mahiyetine ve beslenmiş olduğu fikri kaynaklara kısaca bir temas etmek gerekecektir:
Türkiye'de Dil üzerinde bir farkılılaşma fikrinin tarihçesi ve çekirdeğinin teşekkülü, hayli gerilere kadar geri götürelebilirse de, asıl olarak kuvveden fiile çıkışının Cumhuriyet'le yaşıt olduğunu söyleyebiliriz.
İmdi: Öztürkçecilik, yakın tarihimizdeki hemen tüm büyük toplumsal değişim ve dönüşümlerde olduğu gibi, ağırlıklı olarak, bir Elitist Entellektüalizm ve Devletçilik eseridir. İlk önce bir kısım münevver zümre arasında başlayan ve iptidasında hem zayıf olan ve hem de nisbeten haklı gerekçelere dayanan bu akım, zaman içerisinde git-gide hem bir yandan güçlü bir entellektüel akıma - Türkiye'nin intelijansiyası ne kadar ise o kadar bir entellektüel akım - dönüşmüş ve hem de despot bürokrasinin zihniyet dünyasını zaptederek bir resmi devlet ideolojisine münkalib olmaya muvaffak olmuştur.
Sadeleştirilme ile başlayıp tasfiyeye dönüşen bu akım için öne sürülen esbab-ı mucibe çok kısaca şu şekilde özetlenebilir: Türk Dili'nde bir parçalanma vuku' bulmuştur. Birisi, Arapça ve Farsça kelimeler ve terkiplerle istila edilen ve aslından tamamen uzaklaşan bir Sun'i Osmanlı İntelijansiyası Dili ve diğer yandan da bu dilden tamamiyle kopuk bir Halk Dili olmak üzere, aynı memlekette iki ayrı dil vücut bulmuştur. Bu iki dil birbirinden adeta buzdan duvarlarla ayrılmış olup, birbirlerini anlamaları mümkün olmamaktadır. Bu iki farklı dil, "iki farklı dünya"nın dilidir: Halk Dili, Halk'ın, İntelijansiya dili ise İntelijansiya'nın dünyasına aittir. Ve keza bu dünyalar arasındaki farklılıklar bir yandan hem bu dilleri beslerken, diğer yandan da aynı diller tarafından bir geri besleme ile beslenmekte ve iki ayrı dünyanın arasındaki ayrılıklar, giderek bir uçuruma dönüşmektedir. Bu ayrı dünya arasındaki farklılık ve hatta uçurum, sadece bir konuşma ve yazma yeteneği tavrı olan Dil (Lisan) ile sınırlı olmayıp hemen-hemen bilumum var-oluş alanlarını kuşatmaktadır. Nitekim iki ayrı dünyanın sadece lisanı değil, manzum ve mensur edebiyatları, san'atları, estetikleri, zevkleri, varlık ve dünyayı algılayışları, din anlayışları, gelenekleri, gündelik hayat tarzları ve hatta siyaset anlayışları ve tatbikatları dahi birbirinden handiyse radikal bir kopukluk içerisindedir. Evet: Siyaset! Siyaset, bu dünyalar arasındaki uçurumun birçok göstergesinden birisi ve hatta belki de yerine göre en ehemmiyetlisidir. Halk'tan kopuk olan Osmanlı aydını ve bürokratının siyaseti de Halk'tan kopuktur; nasıl ki Tebaa'nın dili bir dil olarak bir değer taşımıyorsa, varlığı da bir varlık olarak bir değr taşımakta değildir; vesaire, vesaire...
Bu naif fikirlerin içerisinde dikkate en ziyade değer olanın Aydın ile Halk arasındaki farklılaşma olduğunu söyleyebiliriz. Fakat, bunun ne derece rafine bir felsefeye dayandığı ve ne derece bir çocuksu saflık taşıdığını badehu ele alacağız.
«««
Dil'de Sadeleşme şeklinde başlayıp tasfiyeciliğe, Öztürkçecilik'e dönüşen bu yıkıcı akım hakkında söylenmesi gerekli başka bir husus da, Türkçe'ye, büyük nisbette, jakoben devlet bürokrasisi ve inorganik bir intelijansiyanın hediyesi olup, asıl beslendiği kaynağın tepki, kompleks ve tepki olduğunu ileri sürmenin ciddi bir risk taşımayacağıdır. Bu kompleks ve tepki, Batı'nın kendisi hakkındaki fikirlerinin adeta tersten gelişmişi gibidir. İmdi; Josep Fontana'nın şehadetine dayanarak, Batı'nın, kazanmış olduğu büyük başarılarının ve üstünlüğünün sebeplerini tahlil etmeye başladığında, buradan, ana hatlarıyla farklı iki düşüncenin ortaya çıkmakta olduğunu gördüğümüzü söyleyebiliriz. Üstünlüğü açıklayan birinci görüş çok kaba ve basit bir "üstün soy veya ırk" fikrine dayanmaktaydı; diğeri ise daha virtüoz ve daha erdemli fikirlere. Bunlardan birincisi daha basit, daha sade, daha yalın ve daha çocuksu bir fikre istinad etmektedir: Batı, doğuştan, fıtratan ve hilkaten üstün olduğu için bu başarıları tabii bir surette hak etmiştir. Bunlardan kaba, sert ve agresif olan birincisi ırkçılığı, ya da ırkçı temelli aşırı milliyetçiliği, ma'kul, rasyonel ve yumuşak olan ikincisi ise demokrasiyi ve mutedil milliyetçiliği beslemiştir.
Buna rağmen, birincisinin, belirli bir hadde kadar, normal ve tabii sayılabilecek bir olgusal temeli olduğu kabul edilmelidir; her toplum ve/ya inanç, bir bakıma kendisini "diğerine" veya "diğerlerine" göre daha üstün addedebilir. En eski örneklerini en eski toplumlarda dahi gözlemleyebildiğimiz bu olgu hiç de yeni bir icat değildir. Söz gelimi, Aristo, 'Politika'sında Helenliler'in barbarları yönetmesinin normal ve tabii olduğunu çok ciddi bir şekilde savunabilmektedir. Firdevsi Şehname'de bütün milletlerin en üstününün Farslılar olduğunu ileri sürmekte; buna mukabil Melikşah, bütün Arz'ın mülkü, bütün ülkelerin vilayetleri ve bütün kralların da valileri olduğuna ve Allah'ın kendisini bu cihanı sevk ve idare etme vazifesi verdiğine samimiyetle inanmaktadır. Keza İslam-Öncesi Türk Mitolojilerinin ekserisinde Türk Yurdu'nun Arz'ın coğrafi merkezi olduğu şeklindeki kuvvetli inanç, Museviler'in, kendilerini, Allah'ın diğer milletler ve halklar üzerindeki hükümran ırk olarak tayin ettiğine inanmalarıyla paralellik arzetmektedir. Ve dahi, her dinde mevcut bulunan "mü'min-kafir" düalitesi de bu hususa verilebilecek başka bir örnektir. Fakat, Sanayi Medeniyeti ile birlikte yükselen Batı, bu üstünlük fikrini çok ileri bir limite kadar vardırmış ve buradan, çok bariz bir şekilde bir emperyalizm çıkarmıştır.
İkincisine gelince: Batı düşüncesinin, kendi üstünlüklerinin sebeplerini tahlilde bulduğu ikinci açıklama modeli, hiç şüphesiz daha insani idi. Buna göre, üstünlük, bir soy meselesi değil, bir fazilet meselesi olmaktadır: Batı'nın üstünlüğü, bir yükselmedir; tarihin belirli bir döneminden itibaren sistematik düşüncenin, bilimin, felsefenin yükselmesinin ve bütün bunların tabii bir sonucu olarak da Modernite'nin ve Sanayi Devrimi'nin ortaya çıkışının yarattığı bir üstünlük.
İşte, Türkiye tarihinde vuku' bulan büyük dönüşümün, bilhassa ilerlemiş ve akut hale gelmiş bulunan safhasının psikolojisinde yukarıda zikredilen ilk şıkka benzer kaba ve bön bir görüşün bariz bir hakimiyetinin bulunduğnu söyleyebiliriz. Buna göre, tarihi başarısızlığımızın temelinde yatan ve biribirlye irtibatlı olan iki ana kaynaktan söz edilebilir: Bir: Din'in, yani herghangi bir dinin değil İslam'ın yol açmış olduğu yozlaşma; İki: Türklük'ten uzaklaşmış olmak.
Şu halde, tarihi başarısızlığı ortadan kaldıracak ve başarıya götürecek olan en önemli çıkış noktalarını buralarda aramak icap edecektir: Din'in gerileştirici, yozlaştırıcı etkisini izale etmek, yani "Din'den Arınmak" ve de "İyi Türk olmak"tır. Bunlardan birincisinin, Batı dünyasındaki laisite-sekülerite mücadelelerinden alınmış çok sathi bir ilham olduğu aşikardır ki bu da Türk Seküleritesi'ne ve Laisitesi'ne giden yoldur.
İkincisine gelince: İyi Türk Olmak demek, Saf Türk olmak demektir; öyleyse saflaşmalı, "öz"e dönülmelidir; ama nasıl? Felsefi alt-yapısı fevkalade zayıf, acınacak derecede zayıf, sefalet derecesinde zayıf olan bu görüşün ilkel ve/ya naif bir milliyetçilik türü olduğu da aşikardır. Felsefi sefalet bu naif milliyetçiliği ilkelliğe itmiştir; zira, bir yandan milliyetçilik iddiasında bulunurken - daha doğrusu, milliyetçilik konusunda naif temalar taşırken - diğer yandan ise, milliyetçiliğe taban-tabana zıt olarak, bazan dolaylı ama bazan da doğrudan, "daha üstün" bir medeniyet karşısında boyun eğmeye rıza gösterilmiş, hatta rıza gösterilmekten daha ileri gidilerek, gönüllü kültürel mandacılığa soyunulmuştur. Ve yine aynı sefaletin hazin bir neticesi olarak, Milliyetçilik yerine çok kötü bir Irkçılık anlayışına doğru temayül edilmiş, en azından, Irkçılık temaları egemen kılınmıştır. Zira, Türklerin Daire-i İslam'a duhul etmeleri, bu anlayış(sızlık) indinde, hazin bir milad, bir yozlaşma miladı anlamına gelmektedir: Türkler, İslam dinine girmekle Türklüklerini, safiyetlerini kaybetmişlerdir. Bu sebeple de İslam-Türk tarihini Türklük açısından bir nevi' bir i'tizal dönemi, kara ve karanlık bir dönem olarak gören - bunu açıkça deklare etmese dahi en azından hissettiren - bu anlayış, en büyük mesailerini tarihimizdeki bu 'kara(nlık)' dönemin izlerini silmeye hasretmiştir.
İmdi; bu anlayışa göre, Saf Türk olmak için mutlaka elzem olan şartlardan birisi de, safiyeti bozan Arap ve Fars dillerinin Türkçe'deki bütün bakıyyelerinin silinmesi ve Saf Türkçe'ye dönülmesidir. Böylece, Halk'ın anlamadığı sun'i entellektüel dilin izale edilerek Halk'ın, Büyük Kitle'nin anladığı Tabii dile, Tabii Türkçe'ye dönmek gibi, yine felsefi bir sefalet nümunesi olmakla beraber en azından yolun başında püriten bir manzara resmettiği için anlayışla karşılanabilecek olan bir dilcilik hareketi, git-gide kontrolden çıkımş, katı ve içi bom-boş bir ideolojik veçheye bürünmüştür.
***
İmdi; buradaki problem şu olmaktadır: Saf Türkçe, İyi Türkçe, Essah Türkçe, veya kısacası Öz-Türkçe nedir? Saf Türkçe veya Öz-Türkçe, haliyle, bir Saf-Türk veya Öz-Türk fikrini de tedai ettirmektedir. Binaenaleyh, "Öz-Türkçe nedir" suali, "Öz-Türkler kimlerdir" sualininin cevaplanmasını da zaruri kılmaktadır. Zira, belirli bir dil, belirli bir toplumun, bir milletin kendisini ifade ve inşa etmek için kullandığı bir vasıta ve aynı zamanda ve bir bakıma kendisi olmakla, kaçınılmaz olarak belirli bir toplumu, belirli bir milleti işaret edecektir: Alman dilinin Alman milletini işaret etmesi gibi Türk Dili de Türk milletini işaret eder; şu halde saf bir Türk dili, saf bir Türk milletini işaret edecektir. Şu halde, tam bu noktada, bu yazı serisinin ilkinde sorduğumuz suali bir kere daha sorabiliriz: Dili işbu "Öz Türkçe" denen lisan olan; onunla konuşan, yazan, çizen, eserler veren, o pek anlı-şanlı "Öz Türkler" kimlerdir? Böyle bir millet gerçekten yaşamış mıdır; yoksa sadece bulanık bir zihnin vesvese ve vehminden mi ibarettir?
İşte, Öztürkçecilik'in fikri sefaletinin kendisini bütün açıklığı ile ortaya koyduğu alan, Öztürkçecilik akımının veya projesinin zimamdarlarının içine batıp da bir daha çıkamadıkları derin ve dehhaş bataklık, asıl olarak budur.
İşin doğrusunu şöyle hulasa edebiliriz: Ne böyle bir Saf Türk Milleti mevcut olmuştur ve ne de böyle bir Saf Türkçe! Bütün bunlar, fikri bakımdan sıfır potansiyellerde gezinen zavallı, alil zihinlerin uydurduğu bönce vehimlerden ve kuruntulardan ibarettir. Saf Türkler, mevhum ve muhayyel bir fantazi olduğu için, Saf Türkçe tasarımı, üzerine bina edilebileceği hiçbir istinadgah bulamaz. Saf Türkler yoktur; o halde Saf Türkçe diye birşey de olamaz. Fakat vehimli bir zihin için bu gibi ciddi meseleler birer engel teşkil edebilemez. Saf Türkler de Saf Türkçe de yoksa ne gam; icad edilir, yaratılır, uydurulur; olur-biter! Mesele bu kadar basit, bu kadar yalın, bu kadar açıktır!
Şu halde, mesele tavazzuh etmiştir diyebiliriz: Saf Türkler, İslam Dini tarafından yozlaştırılmamış, Pre-İslamik dönem Türkleridir; daha doğrusu, öyle olmalıdır. Olmalıdır! Yok iseler dahi, onları biz ellerimizle inşa ederiz: Hatta onları inşa etmek için koskoca Asya kıt'asının ortasında kendi ellerimizle okyanus cesametinde bir çukur açarak içini su ile doldurur, bir İç-Deniz yaratırız; sonra O'nun etrafını bağlık-bağçelik şeklinde tertib eder, tarihin kaydetmediği bir antik medeniyet te'sis ederiz; daha sonra bu mutasavver İç-Deniz'i kurutur, bu mutasavver "Türk Atlantisi"ni batırır ve açlıktan kırılma noktasına gelen saf ecdadımızı 'demür kuşaklı pehlivanlar misillu' cihanın dört bir yanına salarak bütün Adem evlatlarını vahşetten medeniyete ref' eder ve böylece bir çırpıda, bütün akvam-ı beşeri Türkleştirmek gibi azim bir projeyi de lahzada hallederiz. Varsın böyle bir şey hiç olmamış olsun; ne gam: Biz, "uydururuz".
İmdi geriye kalmıştır Saf Türklerin Saf Türkçesi; bu da çok kolay bir projedir dostlar! "Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten" mısraını kendisine rehber edinmiş, kalbi millet aşkından başka birşey tanımayan sivri zekaların vokabülerisinde "yılmak" diye bir kelime olabilir mi? Asya'nın merkezinde önce bir İç-Deniz yaratan ve sonra da yarattığı gibi yok eden bir irade için böyle şeyler çocuk oyuncağı demektir: Alırız elimize kalem-kağıt; kelime icat ederiz. Hepsi bundan ibaret!
***
Yukarıdaki satırlarda bir mizah denemesi yapıldığı sanılmamalıdır; konunun kendisi mizahtır: Vakıa Saf Türkçecilik denen garabetin fikri sefaletinin aslında bir mizaha konu olamayacak kadar dahi düşük seviyeli olduğu ileri sürülebilir; ama yine de bazan, sözün bittiği yerde mizah bir ihtiyaç olmaktadır. Filhakika, bizim bir kara mizah uslubu ile anlatarak indiğimiz bu en alt seviye, bu akımın fikren yükselebileceği en üst seviyedir; daha ziyadesi değil! Nitekim; bu zihniyet(sizlik), Saf Türkler gibi Saf Türkçe'yi de mutasavver bir modele göre ve teorilerin adları hiç bilinmemekle beraber, Konvansiyonel Pozitivist Teori ve Mekanisist Teori'nin bir karmaşası olan düşük potansiyelli bir anlayış üzerine inşa etmiştir.
Bu inşa ameliyesindeki en bariz karakteristik vasıf, Dil Felsefesinde "Kelime İmalatı" veya "Kelime Fabrikasyonu" (İngilizcesi "Word Manifacturing"; burada bu terimin orijinalindeki "manifacture" fiilinin, "produce"den farklı olarak bir atelyede yapılan 'maddi emtia imalatı' manasını haiz olduğuna dikkat edilmelidir) olarak bilinen metodun birinci derecede kullanılan bir metod oluşudur.
İmdi; yukarıda adı anılan iki teori, Dil'i basit bir mekanizmaya indirgemekteydi: Dil, üzerinde bir konvansiyon (uzlaşma) sağlanan kelimelerden müteşekkil mekaniksel bir işaretleşme sistemi olduğuna binaen, istenildiği şekilde ve istenildiği anlamlar verilerek üretilen kelimeler üzerinde 'birşekilde' bir anlam birliği sağlan(dırıl)dığı takdirde, bir dili handiyse sıfırdan başlayarak inşa etmek, yoktan yaratmak mümkün olabilecektir. Bir milleti ve bir tarihi bir anda yok edip bir başka milleti ve tarihi bir anda inşa etme, hiç yoktan yaratma konusunda inanılmaz bir muvaffakıyet gösteren gözü kara kültür militanları için, benzer bir muvaffakıyetin tekrar edilememesi, böyle basit şeylerin bir problem teşkil etmesi, düşünülemez bile. Şu halde, bütün mesele, belirli bir mantık çerçevesinde - aslına bakılırsa "mantık" olmasa da olur; neticeten bir "alet" değil mi? Fakat, illa ki lazımsa o dahi imal ve icat edilebilir - ihtiyaç duyulduğu miktarda, nisbette ve biçimde kelime imal etmek (tekrar hatırlatalım, bu bir 'producing' değil bir 'manifacturing'dir) ve sonra da, her türlü cebir, hile ve "eğitim" dedikleri şartlandırma gibi metodları ve daha nicelerini en müessir bir surette kullanarak, bunlar üzerinde bir konvansiyon sağlamaktan ibarettir.
***
İşte, Dil'de Saflaşma gibi nisbeten tutarlı ve anlayışla karşılanabilir bir noktadan yola çıkan ve bir tepeden aşağı yuvarlanan bir kartopu gibi çığa dönüşen ve kontrolden çıkarak bir dil yıkımına dönüşen Öz-Türkçecilik'in serencamı ve fikri alt-yapısı pek-pek muhtasaran bundan ibarettir.
|