Facebook'ta Paylaş
İmamet ve Nübüvvet
Durmuş Hocaoğlu
Ayyıldız Gazetesi / 24.02.2000
|
|
İran'ın sadece dini hayatına değil siyasetine de hem tarihte hem de hal-i hazırda hakim olan ve Şii İslam'ın en temel kurumlarından ve inanç esaslarından olan İmamlık kurumu, önemli bir ölçekte, Batı'daki Klerikalizm'e benzer olarak kabul edilebilir. Ehl-i Şia'da, Katolisizm'deki Ultramontanizm doktrinini hatırlatan Batıni/Karmati kökenli "İmam-ı Masum" (Yanılmaz İmam) doktrininin kalkış noktası şudur: İslam'ın bir zahiri ve bir de batını vardır. Zahir, Din'in dış görünüşüdür, kabuğudur; Batın ise, esasıdır, özüdür, Din'in kendisidir. Vakıa, Peygamber gelmiş, Kitab'ı getirmiştir; ama herkes ondan Din'in batınını çıkaramaz. Yani, onlara göre, İslam'ın zahirini herkes yaşayabilir, daha doğrusu yaşadığını iddia edebilir. Fakat Batın'a, yani Din'in özüne, esas kendisine, herkes nüfuz edemez.
Şu halde Batın'a vakıf olabilecek özel salahiyetlerle ve yeteneklerle donatılmış kişilere ihtiyaç vardır.
Bunun için "akıl" yetmez; akıl yetseydi, akılllar arasında ihtilaf olmazdı. O sebeple bu kişiler, ancak tarafından özel olarak seçilmiş olan "imam"lar olabilir.
Gerçi, İslami terminoloji içerisinde "imam", "zahir" ve "batın"kavramları mevcuttur; ancak, bu, bir Masum İmam fikrini meşru kılmaz. Mesela Allah, bizzat kendisini Kur'an'da "zahir ve batın" olarak nitelendirmiştir. (Hadid., LVII/3). Yine, "Levh-i Mahfuz", Allah tarafından "İmam-ı Mubin" (ap-açık yol-gösterici) olarak nitelendirilmiştir. Keza, Kur'an, Al-i İmran'da (III/7), ayetleri önce iki kısma taksim etmiştir: Muhkem ve müteşabih. Muhkem ayetler, manaları çok açık ve kesin olan ayetler olup, müteşabih ayetler ise te'vilini yalnız Allah'ın bildiği ayetler olarak tanımlanmıştır. Bu suretle, Kur'an'ın da bir zahiri ve bir de batını bulunduğu, bizzat Kitab'ın kendisi tarafından bildirilmiş olmaktadır. Ancak, aynı ayet, şu önemli hususu da vurgulamaktadır: "Kalblerinde şüphe bulunanlar, fitne aramak ve te'viline gitmek için, müteşabih ayetlere uyarlar".
Batıni/Karmati doktrin, birinci olarak, Kur'an'ın sakınılmasnı istediği bu tehlikeli işi, müteşabih ayetleri indi olarak te'vil etmeye girişmiştir. İslam'ın özünün, o herkesin anlaması mümkün olmayan ayetlerde mündemiç olduğunu, bunu da ancak özel olarak yaratılmış ve hatadan Allah tarafından korunmuş kişiler, "masum imamlar" tarafından yapılabileceğini ileri sürmüştür. Bu suretle, İmam, bir tür Şii Papa mevkiine yükseltilmiş olmaktadır: Hatadan münezzeh, Peygamber makamının devam ettiricisi. Bu sebeplere binaen, "imam" kavramına yüklemlenen anlam bakımından Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Şia arasında, derin bir fark ortaya çıkmaktadır. Ehl-i Sünnet, bu kavramı, genel olarak ele alındığında, çalışmakla elde edilebilen, yani kesbi (kazanılmış) bir sosyal statü'yü, en üst düzeyde bir İslami Liderlik ve İntelijansiya'yı ifade etmek üzere kullanırken, Şii literatürde bu kavram, çalışmakla elde edilebilen, yani kesbi değil, ancak Alah'ın özel olarak takdiri ile sahip olunabilen, hasbi (verilmiş) bir statü'yü ifade etmek üzere kullanılır. Beri yandan, imamlar, özel seçilmiş kişiler olmakla, aynı zamanda "ismet", yani hatadan korunmuşluk sıfatına da sahip olmaktadırlar. Onlara göre, peygamberlik nasıl ki ismet sıfatını gerektirmekte ise, imamlık da gerektirmektedir. Bu haliyle Şii inançta, İmamlık makamı, bir çeşit peygamberani makam olmaktadır. Şii doktrin, İmamlık ile Peygamberlik makamını birbirinden ayrı olarak kabul etmez; Peygamberlik, bir anlamda, İmamlar eliyle devam ettirilmiş olur.
Mesela, Abdülbaki Gölpınarlı, "Şiilik" isimli eserinde, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra vahyin kesileceğini, ancak, İslami düzenin, yani Allah'ın emirlerinin ve Peygamber'in sünnetlerinin devamının, baki olacağını ve bu görevin imama ait olduğunu bildirmekte ve "Peygamber, nasıl toplum tarafından, yahud toplumdan bazı kişilerin re'yiyle tayin edilmezse, O'nun şeriatını, tam olarak ilahi hükümlerden, emirlerden kıl kadar bile ayrılmamak üzere tatbik ve ümmeti idare vazifesini yüklenecek olan imam da, toplum tarafından, yahud bazı kişilerin re'y ve tensibiyle tayin edilemez; çünkü, imamet, nübüvvetin idari cephesidir" demektedir.
Ehl-i Sünnet, "imam" kavramını, bu şekilde, yani dar ve özel anlamında ele aldığında, hatadan bizzat ilahi inayet ile korunmuş, ismet sahibi imam itikadını prensipte kabul eder; ancak, bu statü sadece ve yalnız genelde tüm peygamberlere ve özel halde de bir tek kişiye aittir: Son Peygamber, Hatemu'l-Enbiya, Muhammed Mustafa Ebe'l- Kaasım'e (S.A.S.) Nitekim, İmam Gazzali, "Munkız"da "... şüphesiz bir muallime ihiyaç vardır. Muallimin masum olması lazımdır. Ancak, bizim muallimimiz masumdur ve o, Hz. Muhammed'dir" demek suretiyle, konuyu en mükemmel bir şekilde özetlemektedir. Şii akaiddeki masum imamların sayısı sınırlıdır (bazılarınca yedi, bazılarınca sekiz, bazılarınca oniki). Son masum imam gaaib (kayıp) olup, o tekrar avdet edinceye kadar, yerine Ayetullahlar vekalet edeceğinden, onlar da imamların vekili olarak pratikte hemen-hemen aynı statüye sahiptirler. Bu ise, "din adına" siyasi otoritenin fevkınde olan, kendi içinde bir hiyerarşisi, devlete karşı bağımsız ya da otonom bir kurumun ortaya çıkmasına yol açmıştır. İşte, Batı'daki Kilise kurumun ve Teokrasi'nin - tam anlamıyla olmamakla beraber - bir muadili ve mukabili aranacaksa, bu, ancak Şii doktrin içerisinde bulunabilir.
|
|
Yazıyı PDF dosyası olarak indirmek için tıklayınız. [ Boyutu: 208,16 KB ] |
|
|
|
|
|
|