"bugün Kıbrıs için "işgal edilmiş son Avrupa toprağı" diyen ve "ya AB ya da Kıbrıs" ültimatomunu veren metbuumuz, efendimiz, veli-i nimetimiz Kutsal AB İmparatorluğu'nun yarın neleri dayatacağını; mesela, Doğu Anadolu'nun tarihi Ermenistan olduğundan ve el'an zorba Türklerin işgalinde bulunduğundan başlayarak önümüze nelerin konacağını düşünen var mı?"
Geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'ne doğru adım-adım yol alan Avrupa Birliği, artık Türkiye karşısında daha fütursuzca, daha rahat ve daha kaba bir dil ile konuşuyor. Bunun en son ve en sıcak örneği Avrupa Parlamentosu'nun Kıbrıs konusunda takınmış olduğu tavırdır. Avrupa Parlamentosu, büyük oy ekseriyeti ile, Türkiye'ye "ya Kıbrıs, ya AB" demiş bulunuyor. Bunun manası gayet açık: "Avrupa Birliği'ne girmek istiyorsanız, Kıbrıs'ı vereceksiniz."
Sıkıntı verici bir durum. Türkiye, Avrupa karşısında bütün tarihinin en zorlu ve sıkıntılı bir dönemini yaşıyor; Şairin "işte aduv, karşıda hazır silah" deyu tasvir ettiği tablo çok daha rahatlatıcı; vakıa düşman yine karşıda,ama elindeki silahı biz anlamıyoruz. Türkiye, yanlış devlet politikalarının git-gide kendisinden soğuttuğu halkının dahi AB hayranı olduğu, git-gide güçsüzleşen, git-gide başını dik tutmakta daha zorlanan, hatta başı dik tutmanın lüzumsuz olduğu kanaatinin yaygınlaşmaya başladığı bir ülke. Bu da O'nu Avrupa karşısında sürekli kıvamlanan bir "tabi–metbu" ilişkisi içerisine sokuyor. İşte, Avrupa Parlamentosu'nun Kıbrıs Ültimatomu, bu konudaki en son örnek.
Fakat bu konuda da bu katmerli problemlerin asıl sebebi, dıştan değil içten kaynaklanmakta; konuşana değil konuşturana bak diyenler haklı! İlkin, Türk Devleti, kendi-kendisini alternatifsiz bırakarak, geri dönüşü git-gide imkansızlaşan, manevra alanı sıfıra yaklaşan dar bir koridora hapsetmekte. Temel şiarı "Ya AB ya da AB" olarak özetlenebilecek olan ve tam bir ufuksuzluk, vizyonsuzluk, basiretsizlik nümunesi olan bu anlayış(sızlık) O'nun elinde hiçbir koz kalmamasına sebebiyet vermekte, her türlü şantaja ve tehdide karşı açık ve savunmasız bir hale getirmektedir. Bu da O'nu, ileride, reddettiği herşeyi kerhen veya tav'an kabul etmesiyle ve final safhasında ise bağımsızlığını, fiziki varlığını kaybetmesiyle neticelenecek olan, acı ve telafi kabul etmez bir noktaya götürecektir.
İmdi, müstemlekleriyle konuşur gibi konuşan Avrupa Birliği'nin git-gide daha kaba ve daha küstah bir şekilde dillendirdiği tezi ve bu tezin arkasındaki talebi - daha doğrusu "talimatı" ve hatta "emri - şudur:
I: Tez: Kıbrıs, İkinci Dünya Harbi'nden bu yana, Berlin'in Ruslar tarafından işgali de sona erdirildikten sonra, Avrupa dışındaki bir güç tarafından işgal edilen son ve tek Avrupa toprağıdır. Yani: AB indinde, ne Yunanistan'ın yayılma politikaları söz konusudur, ne Kıbrıs'ta Rumlar tarafından yapılan katliamlar, ne Ada'da yaşayan Türklerin hakları, ne Türkiye'nin senelerden beri vermiş olduğu mücadeleler; bunların hepsi hikayeden ve palavradan şeylerdir. Ada'nın tek ve biricik meşru temsilcisi, Kıbrıs Devleti, yani Kıbrıs Rum Yönetimi'dir ve Türkler, bu meşru devlete karşı askeri bir harekat tertib etmişler ve Ada'yı zorbalıkla işgal etmişlerdir. Asırlardan beri Avrupa'nın baş belası olan, Avrupa'da zorba bir işgalci olarak bulunan, "Avrupa-dışı" zorba bir güç olan Türkler tarafından işgal edilmiş bulunan bir ülke olmakla, Kıbrıs Meselesi, artık bir Avrupa Meselesi olarak kabul edilmektedir.
II: Talep, ya da talimat, daha doğrusu: Emir, veya Ültimatom: Zorba Türkler, işgalleri altında tuttukları son Avrupa toprağı olan Kıbrıs'taki bu işgali sona erdirmelidirler.
III: Müeyyide: Aksi halde, Türklerin, Avrupa Birliği'nin, istikbalin İkinci Roma'sı olacak olan Avrupa Birleşik Devletleri'nin bir parçası olmalarına izin vermeyiz.
***
İmdi:
Türkiye, 1974'teki Harekat'tan beri Kıbrıs konusunda mütemadiyen hata işlemektedir; hata işlemektedir ve dahi işlemeye devam etmeye de mahkumdur; çünkü, en büyük düşüncesi içeride bu devlete en sadık olan Omurga ile boğuşmak olan Devlet'in bu gibi ehemmiyetsiz mevzularda bir siyaset doktrini yoktur. Lutfen dikkat: Harekat'ın yapıldığından bu yana yirmiyedi seneyi aşkın bir müddet geçti, o tarihte doğanlar çoluk-çocuğa karışmaya başladı; ama elli yıllık bir problem hakkında hala ne diyeceğini bilemeyen bir devlet yönetimi hangi problemi çözebilir ki?
Bu çözümsüzlük, Kıbrıs Türk halkının psikolojisinde de tahribatlara sebebiyet veriyor ve aramızı açıyor. Bir defa, hepi-topu yüzellibin civarında bir nüfusa baliğ olan KKTC'nin doğru-düzgün teknik alt-yapı problemleri dahi tam olarak çözülebilmiş değil; ayrıca, yanlış bir politika uygulanarak, Harekat'tan sonra Ada'ya Türkiye'nin itibarını sarsacak ve oradaki Türk halkını Türkiye'den ve Türkiye'li Türklerden soğutacak lalettayin, rastgele, kalitesiz insanların gitmesine göz yumuldu; bundan maada, Kıbrıslı Türkler, devamlı olarak Türkiye'den gelecek yardımlara alıştırılmak suretiyle atalete sevkedildi; bu kadar kötülük yetmezmiş gibi, bir yandan bir "devlet" kuruldu, diğer yandan buna zıt olarak, bu ne turşu bu ne perhiz demeden "federasyon" müzakerelerine girişildi; her seferinde problem ertelendi; bir bakıma, en iyi çözüm çözümsüzlüktür gibi garip bir felsefeden doğan bu ertelemeler, konuyu bir yılan hikayesine dönüştürdü ve "bu işin çözülemeyeceği" fikrinin doğmasına ve kuvvetlenmesine sebebiyet verdi.
Şimdi yine aynı basiretsizlik devam ettiriliyor. Kıbrıs Türkleri'nin, kendi akıbetleri hakkında emniyet hissi duymadıkları, geleceklerini göremedikleri ve bunun da onları nasıl bıktırdığı anlaşılamıyor. İkincisi, bu insanlar mütemadiyen tekrarlanan "sizi kurtardık" telkinleriyle minnet duygusu altına bırakılmak isteniyor ve bu da haliyle bir antipati yaratıyor. Üçüncüsü, aradan geçen bu müddet zarfında - maalesef bir hakikat - yirmiyedi sene evvel çekilen zulümlerin yavaş-yavaş unutulmaya başlandığı görülmüyor. Dördüncüsü - söylenmesi rahatsızlık verici ama dile getirmek gerek - Kıbrıs Türkü'nün ruh derinliklerinde, uzun yıllar bir İngiliz müstemlekesi olmaktan ileri gelen bir "dominyon psikolojisi" bulunduğu, İngiliz'e ve bilvesile Avrupa'ya karşı muayyen bir sempati hissinin mevcudiyeti ve bu sempatinin de bu çözümsüzlük tesiriyle git-gide büyümeye başladığı farkedilemiyor ve mesela sayıları onbinleri aştığı rivayet olunan Türkün, Rum pasaportu almak için müracaat etmesi üzerinde durulmuyor.
Dahasını da söyleyelim: Kıbrıs için "işgal edilmiş son Avrupa toprağı" diyecek kadar pervasızlaşan Avrupalıların bu yukarıdan bakan, saldırgan politikalarının yarın nerelere kadar uzanabileceği hakkında bu devleti (guya) yönetenlerin sarih bir fikri var mı? Fikir denen şey ile ciddi manada iştigal eden herkes, Avrupa'nın nazarında bütün Türkiye'nin "işgal edilmiş Avrupa toprağı" olarak kabul edilmekte olduğunu bilir.
Buna binaen, bugün Kıbrıs için "işgal edilmiş son Avrupa toprağı" diyen ve "ya AB ya da Kıbrıs" ültimatomunu veren metbuumuz, efendimiz, veli-i nimetimiz Kutsal AB İmparatorluğu'nun yarın neleri dayatacağını; mesela, Doğu Anadolu'nun tarihi Ermenistan olduğundan ve el'an zorba Türklerin işgalinde bulunduğundan başlayarak önümüze nelerin konacağını düşünen var mı?
***
Acaba bunda da bir hayır mı var dersiniz? "Ya AB ya da Kıbrıs" ültimatomu akılları başlara devşirmek ve AB'nin nasıl bir cehennem olduğu hakkında gözlerimizi açmak için bir tetikleme yapabilir mi? Doğrusu hiç ümidim yok. Yoksa, "Göz yumma Güneşten ne kadar nuru kararsa" diyen Şair'e kulak versek mi?
|