Küresel çapta her geçen gün biraz daha güçlenerek yayılıp yaygınlaşan ve hiç kimse tarafından prensip olarak itiraz görmeyen "demokrasi, insan hakları" v.b. iyi, güzel ve doğru kavramların tozpembeliği, dünyanın ufkunu kaplayan kapkaranlık bulutları gizleyemez hale geldi. İşte Küreselleşme'nin iki yüzü! Bir yanda havada uçuşan yüksek insanlık idealleri, diğer yandan savaş tamtamları; her ikisi de küresel çapta yayılıyor!
Marks ve Engels 1848 tarihinde yayınlamış oldukları Manifesto'ya şu cümlelerle başlamışlardı: "Avrupa'nın üzerinde bir dehşet hüküm sürüyor: Komünizm dehşeti"! Şimdi bunun tam tersini yaşıyoruz: Kendi içinden çıkan en sert muhalifi Komünizm'i mağlup eden Kolonyalist Kapitalizm, bütün dünyanın ufkunu karartan, geleceğini tehdit eden bir dehşete dönüşmüş bulunuyor; Kürre-i Arz, adı "kolonyalizm asrı" olarak kötüye çıkan 19ncu asra rahmet okutacak şekilde pervasız bir saldırganlığa dönüşen - Stanford Üniversitesi'nden Joseph Stiglitz'in ifadesiyle "en azından onun kadar hilekar" - yeni bir kolonyal paylaşıma sahne olmakta. Öyle anlaşılıyor ki kolonyal yağmacılar bu sefer, yağma için hemen asrın başında hareket geçmek suretiyle işi daha sıkı tutmuş bulunmaktalar.
Nitekim, dünya'nın şu sıralardaki vazıyet-i umumiyesi, "Hitler Reich"ında revaçta olan "köhne dünya titriyor, yeni bir harp istiyor" mısraıyla ifade edilen ürpertici manzarayı hatırlatıyor; gerçekten de düpedüz bir "Bush Reich"a dönüşen [Douglas Kellner., "9/11 and Terror War", Logos., Issue 1.4, Fall 2002] Amerikan yönetiminin kaba güçle beslenen dayatması bundan başka birşey olmasa gerek. Evet, doğrusu bu: Köhne dünya titriyor ve yeni bir harp istiyor; yeni bir harp! Dünyanın kolonyal paylaşımı için yeni bir harp!
Saldırgan küreselleşmenin "Küresel Köy" (Global Village) kavramını "Küresel Yağma" (Global Pillage) şekline tercüme ve tahvil ettiği bu paylaşımın öznesi belli; ama nesnesi daha da belli: İslam dünyası!
Kolonyallerin İslam dünyasına bu denli yönelişlerini üç temel sebebe bağlayabiliriz ki bunlardan birincisi, Batı ile İslam-Doğu arasında bitmek bilmeyen ve kökü "Milenyum-Milenaryanizm" doktrinlerine kadar inen tarihi ve an'anevi kan davası, ikincisi her zaman için son derece mühim stratejik konumu ve üçüncüsü de iştiha kabartan ve üstünde yaşayan sahipleri - yani "müslümanlar" - tarafından kullanıl(a)mayan zenginlikleri! Ancak, fikrimce bunlara bir dördüncüsü daha eklenmedikçe sebepler cümlesi noksan kalacaktır: Gerçek anlamda bir "dünya" olmaktan çoktan çıkmış bulunan, gırtlağına kadar gaflete dalmış, dizlerinin üstüne çökmüş bir İslam dünyası!
***
Her ne kadar umumi olarak düşüncenin soğuk ortam gerektirdiği şeklinde yaygın bir kanaat hakim olsa da, büyük krizlerin aynı zamanda büyük devrimleri doğuran ortamlar olabildiği de göz önüne alınarak, hal-i hazırdaki sımsıcak kriz ortamının derinlikli tefekkür için tahrik edici iyi bir fırsat olduğunu farzederek şu ağu gibi suali kendi-kendimize sormalıyız: "Biz ne günah işledik ki Allah bizi bu musibet(ler)e duçar kıldı?"
Mes'elenin bu tarafına "müslüman" kimliğini taşıyanlarca bugüne kadar pek temas edilmiş değil; bu gelişten gidiş hakkında çıkardığım sonuca nazaran, bundan sonra da pek temas edilebileceğine ihtimal vermiyorum; ama yine de en azından bazıları "farz-ı kifaye" faslından da olsa bu asli mes'eleyi ele almalıdır. Almalıdır, buna değer; zira, Müslümanların Batı'nın saldırganlıkları karşısında yaptıkları, asıl olarak ya işbirliği, ya suskunluk - ki bu da bir tür işbirliğidir - ya da bütün suçu ve kabahati sadece saldırganlara yüklemek, ve/ya def-i belayı bizzat mütecavizlerin insafından beklemek, yahut Allah'tan, kendi sünnetini terkederek, O'nun "siz kendinizi değiştirmediğiniz müddetçe biz sizi değiştirmeyiz" dediğini ve Nebiler Başbuğu'na dahi mukaddes davası için Cehd'i emrettiğini akledip kendisi için dersler çıkarmayarak - ne kadar layık olduğunu hiç de hesap etmediği - "yardım"ı da aşan hususi bir iltimas beklemek; bu arada bütün kabahati karşısındakilere yükleyerek kendisini sütten çıkmış ak kaşık gibi görmek ve dahi zat-ı şerifini sigaya çekmekten, kendi kendisiyle hesaplaşmaktan, "biz nerede ne gibi hatalar ettik" sualini kemal-i ciddiyetle sormaktan dikkatle kaçınmak veya hatta hiç aklına bile getirmemekten ibarettir.
êêê
Rivayete göre, Hulagu Han Bağdad'a girdiğinde atıyla ahalinin sığınmış olduğu şehrin en büyük cami'ine girerek minbere çıkmış ve orada bulunan cemaate şöyle hitab etmiştir: "Ey Müslümanlar! Düşünün bakalım siz ne gibi bir günah işlediniz ki Allah beni sizin başınıza musallat etti?"
Hikmetli sözler söylemek hakimlerin ve filozofların tekelinde değil demek ki; anlayana bundan daha hikmetli kelam kolaylıkla bulunabilir mi, velev ki Nedim'in "kafir" redifli gazelinde "yıktın Bağdad ilini viran eyledin, Hulagu Han mısın kafir" mısraı ile yakıp-yıkmanın sembolü olarak tavsif ettiği Hulagu'dan sadır olmuş olsa dahi!
êêê
Biz(ler) nerede mi hata yaptık, veya, ne günah mı işledik? Nerede mi yapmadık ve ne günah işlemedik ki? Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa bitmez; ancak en baştaki şu ki, Bizler ki, bir kavmin aklı elinden giderse herşeyinin de gideceğini herkesten daha iyi bilmek mevkıinde olduğumuz halde İslam topraklarından "Akıl"ı kovduk! Gerisi kendiliğinden geldi: Hikmet'i terkedenlere, "mutlak hakim" olan Yerin Göğün Yaradanı'nın rahmet nazarıyla bakmayacağı cemiyetlere ve ülkelere neler olacaksa bize de onlar oldu. Aklı sürgüne gönderdiğimiz için "dünya"yı, yani içinde etli-kanlı bedenimizle yaşadığımız şu fiziki varlık alemini, "Alem-i Şuhud"u aşağıladık; Cenabı Bari'nin kendi varlığına ve birliğine delil, şahid ve alem olarak sunmak suretiyle takdis ettiği "bu-dünya"yı reddettik, O'nun da kendisine sırtını dönenlere mukabele-i bilmisilde bulunacağını düşünmeden sırtımızı döndük. Batı karanlık Ortaçağlar'dan çıkarken biz karanlık ortaçağlara girdik. Binanenaleyh, şimdi maruz bulunduğumuz kötü muamele bir müstahak oluştur; Aklın, felsefenin kovulduğu, dünyevi ilimlerin "alet ilmi" kategorisine dahil edilerek ancak ihtiyaç nisbetinde kendisine müracaat edildiği, bu ilimlerle iştigal edenlere "alim" sıfatının dahi reva görülmediği bir medeniyete başka neler olabilirdi ki? Huntington "medeniyetler çatışması"ndan söz ediyor; ama hala farkedemediğmiz hakikat şu ki, bu çatışma çoktan oldu ve bitti: Onlar kazandı, Biz kaybettik. Aksini iddia edenlere sorarım: El'an cari olan bir "İslam medeniyeti"nden söz edebilir miyiz? Bence hayır!
Bizim hala çok güçlü bir potansiyel medeniyetimiz var, ama sadece "potansiyel", yani bilkuvve; ama "aktüel", yani bilfiil değil: Bizim ancak "kültürümüz"den söz edilebilir; hala çok güçlü, hala o potansiyel medeniyeti aktüel hale inkılab ettirebilecek kadar güçlü; ama hepsi bu kadar!
Biz bu çatışmayı kaybettik; Batı kazandı. Bu, tarihte hiçbir medeniyet tarafından kazanılmamış bir zaferdi; öyle de olmalıydı, çünkü Sünnetullah öyle gerektirmekteydi ve yine çünkü Batı, bir dünya kurmuştu; kökenlerinde olsa dahi ruhunda ve inşaında bizim katkımız olmayan bir dünya.
Bu dünyayı sonradan guya keşfeden İslam-Doğu'nun en fazla yaptığı ise zihniyetinde bir devrim gerçekleştirmeden "satın almak ve tüketmek"ten ibaret olmuştur; hem de en kaba ve en görgüsüz bir şekilde! Şöyle bir bakalım etrafımıza ve bir soralım: Petrol zengini İslam ülkelerinin ellerine geçen sayılamayacak kadar bol "US Dollar"dan bugüne kadar ne hasıl oldu; hiçbir şey: Yel üfürdü, sel götürdü! Ya Bizler, Biz Müslüman Türkler? İki asırdır batılılaşma uğruna feda etmediğmiz hiçbir şey kalmadı da elimize ne geçti? Her adımda biraz daha küçüldük; her bakımdan ve her manada! Ama ders mi çıkardık? Öyle olmadığını, sadece Irak meselesinde maruz kaldığımız vazıyet dahi ispata muktedirdir.
***
Şimdi, üzerinde "düşman kavi ve zalim; ama sen de çok fenasın; bu ne zillettir ki felahını zalimlerin insafında arar oldun?" diye başlayan ve "Ey İslam dünyası! Titre ve kendine dön!" diye biten yeni bir Kültekin Kitabesi yazmanın tam zamanı.
Ey İslam dünyası! İyice bak ve anla! Yeni Hulagu Bağdad kapılarında; artık bundan da ders çıkaramazsan, ne zaman?...
|