11 Eylül ve akabinde gelişen olaylar zincirinden alınacak çok dersler var; ancak, mekan mahdutluğu yüzünden, sadece başlıklar halinde tadat edelim.
Birinci Bölüm: Umumi Prensipler
I.1: Birinci Ders, Real Politik'in her zaman için İdeal Politik'ten daha mühim olduğunu; hatta asıl siyasetin o olduğunu soğukkanlılıkla kabul etmektir. İdeal elbette mühimdir; bize "olması gereken"i anlatır; ancak Real daha mühimdir, çünkü o "olmakta olan"dır; İdeal "gelecek" olandır, daha doğrusu gelmesini arzu ve talep ettiğimizdir, Real ise "şimdi ve burada" olandır. Bu vazıyet tahtında, "tahakkuku gayri mümkün veya muhayyel idealler peşinde koşarken realiteyi görmezlikten gelenlerin tahaffuzdan ziyade inkıraza sebebiyet vereceklerini" söyleyen Makyavel'in hakkını da teslim etmek gerekmektedir. Bu da filozofların hükümdarlığa, hükümdarların da filozofluğa özenmemesini telkin eden Kant'ı, bilhassa "şuera" sınıfının Devlet'in hiçbir kademesinin yanından bile geçirilmemesi gerektiğini bir numaralı bir siyaset düsturu olarak vaz' eden Platon'u haklı çıkardığı gibi, devlet adamlarının gereğinden fazla merhametli olmasının kötü bir şey olduğunu söyleyen Montesqieu'nün de haklı olduğunu göstermektedir.
I.2: İkinci Ders: Real Politik nokta-i nazarından bakıldığında, Savaş'ı tabii (natural), akli (rational), meşru (legal), değerden arınmış (nötral; ne ahlaki, ne gayri ahlaki; la-ahlaki) addeden klasik görüşler ve bu cümleden olmak üzere, Uexküll'ün Üç Çember'inin tümü gibi "korunma çemberi"nin de İnsan dünyasında aynıyla geçerli olduğu fikri doğru olduğu gibi; buna binaen, "harp, siyasetin başka vasıtalarla devam ettirilmesidir" diyen Clausewitz de, "harbin hususi bir saike ihtiyacı yoktur; kökleri bizzat insan tabiatına uzanmış gibidir" diyen Kant da, İdeal Devlet'in yeryüzünde gerçekleştirilemeyecek derecede mükemmel olduğunu söyleyen Platon da haklı olmaktadır.
I.3: Üçüncü Ders: "Hiçbir şey tabiatının zıddına temayül edemez" diyen Descartes da, "hiçbir şey kendi-kendisini tahrip edemez" diyen Hobbes da haklıdır: "Atalet" prensibi, alemşumul bir doğruluğa ve kat'iyete sahiptir. İmdi; Otorite'nin tabiatı "yayılma"dır; bunun içindir ki, hiçbir otorite kendi-kendisine sınır çizemez; bu sınır ancak ve yalnız başkaları (başka güçler) tarafından çizilebilir; rakipsiz her güç, dirençsiz ortamda hareket eden fiziki nesneler gibi, sonuna kadar yayılma temayülü gösterir. Bu rakipsiz yüksek otorite, velev ki en yüksek idealleri savunsa dahi, hayatın, yani realitenin sevk-i tabiisi olan "hükmetme ve galebe" prensibi mucibince, savunmasız olan herşeyi çiğner ve geçer. Yine ne yazık ki Kant haklı: "Tabiat her milletin karşısına, kendisini baskı altına tutan komşu bir millet koymuştur."
I.4: Dördüncü Ders: Binaenaleyh, en yüksek insani idealler, en meşru, en kesin haklar ve en açık-seçik, en bedihi doğrular dahi, arkasında onları savunacak bir "güç" bulunmadığı takdirde, Alem-i Emsal'deki idealar gibi mücerretler dünyasında kalırlar ve asla Alem-i Şuhud'a nüzul ederek teşahhus ve tecessüm edemezler. Bu ise; "daima dayak yiyenler haksızdır" diye buyuran Laedri'yi ve buna müsteniden "hazır ol cenge; eğer ister isen sulh u salah" diyen şairi haklı çıkardığı gibi; "(Hz.) İsa muvaffak olamadı, çünkü kılıcı yoktu; (Hz.) Muhammed ise muvaffak oldu, çünkü kılıcı vardı" diyen Rosenthal'in de haklılığını gösterir ve dahi Hz. Peygamber'e - selat ve selam O'na olsun - niçin İlk Dönem'de "senin dinin sana benim dinim bana" (lekum dinikum...) ayeti inmişken İkinci Dönem'de "kafirlere ve münafıklara karşı cihad et ve onlara sert davran" (cahidi'l-küffara we'l münafıqine...) ayetinin indiğini de açıklar.
İkinci Bölüm: 11 Eylül'den İstihraç Edilecek Hususi Prensipler
II.1: Birinci Ders: Batı'nın zihniyet dünyasının arkaplanında İslam-Doğu hakkındaki genel kanaat ve hüküm değişmemiştir: Batı Batı'dır, Doğu da Doğu; bugüne kadar hep böyle geldi ve medeniyet ve kültürü nice tahribata maruz kalırsa kalsın, hep de böyle kalacaktır. Küçük bir örnek olarak, "Crusade" kelamının telaffuzunun bir dil sürçmesi olmadığını hatırlatmak dahi yeterli olabilir.
II.2: İkinci Ders: Hiç yüzünü yıkamanın manası yok: İslam dünyasında kelimenin tam anlamıyla bir sefalet hakimdir. Sadece ana başlıklar bile kifayet eder: Fikri sefalet (fikren bir çöl, ölü bir dünya; aydını zavallı; bütün bir İslam dünyası bir tek İsrail kadar bilim ve teknoloji üretemez); maddi sefalet (adı konmamış bir yarı-sömürge durumu; görgüsüzce harcanan, heder edilen muazzam kaynaklar); içtimai sefalet (her ülkenin başında yılan gibi çöreklenmiş bir cunta ve kendisine secde eden, iç-dünyasında hürriyet, yani iç-hürriyet duygusu damar gibi atmayan milyonlar) ve ilaahir.. İslam dünyası, kendi eliyle açarak içine düşmüş olduğu büyükçe bir çukurun içinde debelenip durmakta, kendi kurtuluşunu kendi mahvına sebep olanların insafında aramaktadır. Bu ise, "daima dayak yiyenler haksızdır" prensibi mucibince, bu sefil dünyanın bu dayakları hakkettiğini bilbedahe isbata muktedir olduğu gibi, "kişi merkep olduktan sonra semer vuran çok olur" prensibinin de ne derece kavi ve muhkem bir realite prensibi olduğunu dahi aynı bedahatle isbata muktedirdir.
II.3: Üçüncü Ders: 11 Eylül, genel olarak Batı'nın Kolonyalizm'den hala vazgeçmediğini, hala, "insanın gücü yettiği her yerde hakkı vardır" diyen Spinoza'nın fikirlerinin tatbikatta olduğunu göstermiş olduğu gibi; özel olarak da Batılılar arasında dünyanın paylaşımı çatışmasının devam ettiğini ve 11 Eylül'ün aynı zamanda ABD ile AB arasında, bu koloni paylaşımı konusunda adı konmamış, üstü örtülü bir "gizli savaş" olarak okunması gerektiğini de göstermektedir.
II.4: Dördüncü Ders: Türkiye özelinde; 11 Eylül ve sonrası, Batı ile fikren tam bir hesaplaşma fırsatı iken yeter miktarda ve kalitede değerlendirilemediğini, bunun da, Türk(iye) entellektüelinin - ikisi aynı şey değil - nice sığ olduğunu gösterdiği gibi, hatta, dün "Batı Şeytan'dır" diyenlerin bugün aynı Şeytan'dan medet ummalarının iflah olmaz çelişkisini açıklayamayanlara "entellektüel" sıfatının verilmesinin dahi hak edilmemiş boş bir unvan ile taltif etmek olduğunu da göstermektedir.
II.5: Beşinci Ders: 11 Eylül ve sonrası, Osmanlı'nın mana ve ehemmiyetini bir kere daha ortaya çıkarmıştır; tabii ki gören gözler için: "Osmanlısız İslam Dünyası", Batı'nın kuklası olmuştur. Bu hususta, Osmanlı'ya duyduğu iptidai kompleksini ve kinini, Mukaddes Beldeler'deki ecdad yadigarlarımızı dibine kadar kazıyarak açığa vuran görgüsüz suudi bedevilerine muhalefeten, çok uzak bir diyardan, Melezya'dan hakşinas ve kadirşinas, haysiyet sahibi bir entellektüel devlet adamının, Malezya Başbakanı'nın şu sözlerini hatırlatmak isterim [Zaman, 31 Temmuz 2002]:
"İslam dünyasının bugünkü durumu nedir? İslam dünyasının moralinin en alt düzeyde bulunduğunu ve bu durumun sürekli daha da kötüleştiğini söylemek sanırım yanlış olmaz.
"Avrupalı ulusların şiddetli saldırıları sonucu Türk–İslam imparatorluğunun Ortadoğu'nun büyük kısmını terk etmesinden sonra İslam dünyası küçük ve etkisiz ulus devletler şeklinde paramparça oldu. Bir iyileşme dönemi yaşanamadığı gibi pek çok ülke de dünya sahnesinde çok az yer alabildi. Ayrı ayrı olarak İslam ülkeleri hiçbir gelişim ve etki yapmaya muvaffak olamadı.
"Aslında Türk İmparatorluğu bünyesinde bulunan pek çok millet, Türk idaresine karşı Avrupalılarla işbirliği yaparak sadece Türk efendilerini İngiliz veya Fransız efendileriyle değiştirmiş oldular. Uzun bir süre sonra ve büyük güçlüklerle ancak Avrupalı sömürge yönetimlerinden yakalarını kurtarabildiler.
"Bağımsızlık, bu ülkelerin eski Müslüman imparatorluklarının politik nüfuzlarını elde etmelerine ve ilerlemelerine yetmedi. Tam tersine ilerlemelerine engel olan dahili problemlerle yüz yüze kaldılar. Kendilerine bahşedilen zenginliklere rağmen onlar gerçek bir ilerleme gerçekleştirmekten uzak kaldılar./..."
NOT:
Bu yazının başlığındaki "Real Politik" ibaresi, gazetede yayınlanan nüshasında sehven "İdeal Politik" olarak basıldığından, gazetedeki başlık "11 Eylül Vesilesiyle İdeal Politik Ders Başlıkları" şeklinde olmuştur.
|