Cumhuriyet'in ilanının yetmişbeşinci yıldönümünün idrak edilmiş olması bütün yurtta görkemli devlet törenleri ile kutlandı ve bu vesile ile yazılı ve görsel basında bir hayli neşriyat yapıldı. Ancak, kanaatımızca, dikkatle bakıldığında bütün bu kutlamaların ve neşriyatın çok önemli bir noksan yanı göze çarpmaktadır: Yetmişbeş yaşına ulaşmış bulunan Cumhuriyetimiz üzerinde yeter derecede kritisist zihinsel faaliyetlerde bulunulmuş değildir. Bütün kutlamalarda, beyanatlarda ve medya ifadelerinde hakim olan karakter, Cumhuriyet'in bir taşra kasabasında yaşanan sıradan, rutin, hemen-hemen hiçbir belirgin niteliği bulunmayan, sadece niceliksel olarak çok büyütülmüş bir "kurtuluş bayramı" gibi algılandığını, göstermektedir. Bu, son derece önemli bir zaafiyet olarak kabul edilmelidir. Hassaten böylesine mühim köşeli tarihleri fırsat addederek her zamankinden daha ileri düzeyde kritik eylemlerine girişemeyen, yani kendisi üzerine düşünemeyen hiçbir toplumun mükemmelleşme şansına sahip olamayacağını pek fazla kimse dile getirmeye yanaşmamaktadır.
Bu şekildeki kutlamaların önemli bir toplumsal fonksiyonu ve rolü olduğu ileri sürülebilir ve bir bakıma da doğrudur; ancak, bu vesileyle öncelikle yapılması gereken şey, yukarıda sözünü ettiğimiz çok derinlikli fikri, ilmi, entellektüel faaliyetler olmalıydı: Endişe taşımadan özgürce yapılan ulusal ve uluslararası sempozyumlar, kongreler, paneller, araştırmalar, belgeseller, akademik yayınlar gibi. Ne yazık ki, yarın zihinlerde asıl kalıcı olacak ve meyve verecek olanlar bunlar olduğu halde iltifat görememişlerdir.
Krtikten korkmamalıyız: Yetmişbeş yaşına ulaşmış bir rejimin artık bazı komplekslerini üzerinden atabilmesi ve kendisi üzerine rahat ve endişesiz düşünebilmesi icap eder.
"Cumhuriyet" ve "Atatürk" Problemi
Atatürk'ün hem İstiklal Harbi'nin muzaffer başkomutanı, hem Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu ve hem de Cumhuriyet dönemindeki büyük radikal dönüşümlerin lideri olması bakımından ayrı ve mümtaz bir mevkie sahip bulunduğu açık bir husustur. Fakat Cumhuriyet döneminin Atatürk öncesi ve sonrası arasında önemli farklılıklar ve kırılmalar vardır. Cumhuriyet sonrasında Atatürk mirasından sapmalar olmuştur. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1: Atatürk "kişi kültü"ne yönelmemiştir, referansları "Millet"tir. O, kendisini Türk Milleti'nin bağımsızlığna ve ilerlemesine adamış bir insan olarak tanımlamış, kendisini değil milletini öne çıkarmaya çalışmıştır. Fakat daha sonraki cumhuriyetçiler, özellikle "ikinci kuşak cumhuriyetçiler", referanslarına Türk Milleti'nden Atatürk'e, yani Toplum'dan Kişi'ye yöneltmekle büyük bir sapmaya yol açmışlar, bir nevi "kutsallaştırılmış kişi kültü" yaratmışlardır. Bu anlayış, Atatürk'ü, kendisinin bu yönde hiçbir tavsiyesi veya telmihi dahi olmadığı halde, Millet ile, Vatan ile, Bayrak ile eş-anlamlı hale getirmiş, kendiadlarına ve açık fikirlerle ortaya çıkamayanlar herhangibir tartışmayı "O"nun adıyla noktalamayı yeterli görmeye başlamışlardır. Bunun, toplumun olgunlaşmasıyla taban-tabana zıt, açık bir yetmezlik olduğu aşikar bir husustur.
2: Atatürk ileri düzeyde bir Türk milliyetçisi idi, ama ardılları milliyetçilikten sapmışlardır. İsmet Paşa dönemi Atatürk'ün milliyetçi mirasından sapmanın ilk ve en kuvvetli adımını oluşturmuş, ondan sonra gelen ve Cumhuriyet'i ortodoks bir despotizm zihniyetiyle anlayan cumhuriyetçilerin büyükçe bir kısmı Türk Milliyetçiliği'nden uzaklaşmışlar, hatta karşısına geçmişlerdir. Özellikle Sovyetlerin çöküşü üzerine boşlukta kalan Rusçu, Çinci marksistlerin önemlice bir kesimi, "Atatürkçülük" ve "Cumhuriyetçilik"i kendilerine yeni bir istihdam alanı olarak görmüşlerdir. Bu, ap-açık bir istismardır, tarihe malomuş bir insanın kullanılmasıdır ve bu istismardaki en büyük kusur paylarından birisi de, hiç kuşkusuz, O'nu hiç anlamaya çalışmadan hep yargılamaya yönelen Sağ'ın büyükçe bir bölümüne aittir.
3: Atatürk kendi çağında muhalefeti olmayan bir tek-adam iktidarı kurmuş, fakat bunun muvakkat olduğunu vurgulamıştır. O'nun bütün sertliğini zamanının konjonktürü çerçevesinde anlamak mümkündür: O, Millet'in bila kaydü şart hakimiyetine giden yolun açılabilmesi için böyle bir sert, radikal dönemin yaşanmasını zaruri görmekteydi. Bu metodun doğruluk derecesi tartışılabilir. Ama samimiyeti tartışılamaz. Lakin, aradan bunca zaman geçtikten sonra hala aynı zihniyetin devam ettirilmesi kabul edilebilir olamaz.
"Cumhuriyet" ve "Cumhur" Arasındaki Uygunluk Problemi
Cumhuriyet döneminde yaşanan en temel problemlerden birisi "Cumhuriyet" ile "Cumhur" arasındaki uygunluk problemi olmuştur. Hakikat halde böyle bir problem bütün Cuhuriyet tarihi boyunca var olagelmiştir. Fakat bu problemin ilginç bir karakteri vardır: Problemin yönü aşağıdan-yukarıya doğru değil yukarıdan-aşağıya doğrudur. Yani, Türk halkının (Cumhur'un) Cumhuriyet ile bir problemi yoktur, ama, Cumhuriyet'in Türk halkı (Cumhur) ile bazı problemleri vardır. Cumhuriyet konusunda Türk halkının bir problemi olmamıştır. Söz gelimi, ülkemizde monarşicilik ve/veya meşrutiyetçilik şeklinde siyasi ve fikri bir akım hiç oluşmamıştır. Bunu toplumun sindirilmiş olması gibi bir varsayım ile açıklamak kabil değildir. Cumhuriyet fikrinin bu derece yaygın bir şekilde kabul görmüş ve bütün tarihi boyunca hep hanedanlar tarafından yönetilmiş bir milletin hiçbir surette bir hanedancılık eğilimi göstermemesi bir teori olarak en iyi şekilde "özgürlük" kavramı ile açıklanabilir. Türk milleti, tarihsel gelişim süreci içerisinde buluğa ermiş, olgunlaşmış ve "özgürlük", yani, kendisinin sahibi ve efendisi olma bilincini tarih içerisinde ilerletmiştir. Bu sebepten olsa gerektir ki, kendi-kendisini idare etmek olarak algıladığı "Cumhuriyet" ile soyut planda bir problem yaratmamış, ciddi bir entellektüel alt-yapıya sahip olmamasına rağmen Cumhuriyet idesini benimsemiştir.
Fakat, Türk milletinin, yani "taban"ın, ya da "cumhur"un bu kemalatına mukabil, yönetim kademeleri ve intelijansiya, yani "tavan" aynı kemalata ulaşamamış, asırlardan beri birikmiş olan elitist-entellektüalist jakoben gelenek terkedilmemiştir. Aynı "cumhuriyet" kavramına Taban'ın, Cumhur'un yüklediği anlam ile Tavan'ın yüklediği anlam çakışmamış ve bire-bir örtüşmemiştir. Tanzimat gibi Cumhuriyet de, Gellner'in de belirtmiş olduğu üzere, ilk zamanlarında toplumun belki en iyimser tahminle yüzde yirmisini teşkil edebilen ve üst katmanlarını oluşturan bir kesimi değiştirmeye yönelmiş, büyük değişim ve dönüşümleri geri kalan kitleye yayamamış, "Büyük Kitle"den ziyade küçük ama etkili bir elitist-entellektüalist azınlığa yaslanmıştır. Yani, Cumhur bu denli radikal bir dönüşüm içerisinde bütün olarak aktif bir biçimde rol almamıştır. Buna rağmen, Büyük Kitle'nin bizatihi "Cumhuriyet" ile prensipler düzeyinde bir kavgası veya tepkisi olmaması başlı-başına büyük bir toplumsal olgunluk teşkil etmektedir. Tepki, söz konusu ettiğimiz bu azınlık dışındaki kesimin zamanla eğitim ve ekonomi düzeyi yükseldikçe siyasette akti rol üstlenmeye yönelmesinden, kendisine biçilen seyirci/tebaa statüsünden aktör/vatandaş statüsüne yükselmek, yani Cumhur'un siyasi buluğa ererek Cumhuriyet'i kamil anlamıyla tam bir cumhuriyete dönüştürmek istemesinden kaynaklanmaktadır.
Vizyon Problemi
Cumhuriyet dönemi, Türklerin ve Türkiye'nin ufkunu bazı bakımlardan açmışsa da bazı bakımlardan da daraltmıştır.
Türkiye'nin uzun süren bir harpler zincirinden sonra Anadolu coğrafyasına tıkılmış olması büyük bir ürkeklik yaratmış, elitlerin bütün büyüklük duygularını silmiştir. Türkiye'nin fiziki olarak küçülmüş olmasının doğurduğu bu zihni küçülme dehşetli boyutlara ulaşmaktadır. Türkiye hemen-hemen hiçbir konuda büyük düşünememeye, "büyük" olmayı kendisinin kaldıramayacağı kadar ağır bir yük telakki etmeye başlamıştır.
Burada bu babdan olmak üzere sadece şu iki ana altbaşlığa çok kısaca temas edilecektir:
a: Türkiye'nin kıyas unsurları küçülmüştür. Kendisini sadece bölgesel bir güç olmaya razı gören, kendisini Suriye veya Yunanistan ile kıyaslayan, daha ilerisini kendisi için lüks addeden bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Türkiye'nin bu gibi beşinci sınıf ülkelerle değil birinci sınıf ülkelerle tartıya çıkması gerektiği, üzerindeki tarihi misyonun bunu amir kıldığı unutulmuştur.
b: Türkiye'nin idealleri küçülmüş, kısırlaşmıştır ve basitleşmiştir. En büyük ideali "batı gibi" olmak olan, bunu da Batı'nın yüzeysel bir taklidi ve gündelik yaşantısının adaptasyonu olarak algılayan, bununla yetinen, bunu kendisine kafi gören ufku dar bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Türkiye mesela yıllık 30 milyara dolarcık ihracat yapamamaktan, bilim, fikir, teknoloji üretememekten, bir sanayi ülkesi olamamaktan, modern demiryol ağına sahip bulunamamaktan, Yunanistan kadar dahibir denizfilosuna sahip bulunamaktan, başkaları tarafından teftiş ve kontrol edilmekten - hatta Madame Mitterand gibi densizlere boyun eğmekten - içişlerine müdahale edilmesinden ve burada sayıp dökemeyeceğimiz daha birçok ayıplardan rahatsızlık duymamaktadır. Çünkü bu canım ülkemin yönetici elitlerinin zihni küçülmüş, adeta beyinleri büzülmüştür.
İki Önemli Sosyo-Psişik Problem
a: "Kurtarılma ve Şükran Duygusu" Problemi
Cumhuriyet'in, kendisini meşrulaştırmak için yaptığı yanlışlıklardan birisi de Türk milletini bitip-tükenmez bir eziklik duygusuna mahkum etmeye çalışmasıdır ki o da "Kurtarılma ve Şükran Duygusu"dur. Türk toplumunun şuur-altına, durup-dinlenmeden, ardı-arkası kesilmeyen bir şekilde, kurtarılmış olduğu ve kendisini kurtaranlara karşı asla bitmeyecek bir şükran duygusu beslemesi gerektiği enjekte edilmektedir. Toplum, ortodoks elitler tarafından bir "kurtarılmış zavallılar kitlesi" olarak görülmekte ve bu da hemen-hemen her vesileyle ve her fırsatta, haksız yere, bu toplumun adeta yüzüne vurulmakta, bunun karşılığında ise bu zavallılardan kendilerine kayıtsız şartsız itaat istenmektedir. Bunun, sosyal psikoloji bakımından, kendisine güvenme duygusu zayıf, sağlıksız bir toplum yetiştireceği açıktır. Buna karşılık, çok şaşırtıcı bir şekilde, toplumda genel olarak böyle bir bozukluk görülmemektedir ki, bu, bütün propaganda bombardmanlarına karşılık, toplumsal psikolojik yapının sağlamlığıyla izah edilebileceği gibi toplumun bu bombardmanı ciddiye almamış olmamasıyla da izah edilebilir.
b: Batı Karşısında Eziklik Problemi
Cumhuriyet döneminin belki de en büyük problem alanlarından birisi budur: Batı karşısında eziklik.
Cumhuriyet döneminde özellikle Atatürk'ten sonra Batı karşısında alınan tavır birbiriyle taban-tabana zıt olan iki uçta toplanabilir. Bu uçların birisi çok şiddetli ve keskin bir Batı düşmanlığıdır. Cumhuriyet bütünüyle İstiklal Harbi zaferinin üstüne oturtulmaktadır ve bu zafer de yurdu işgal eden ve bizi yok etmeye kalkışan "batılı düşmanlar"a karşı verilen bir ölümkalım savaşının zaferidir. Burada Batı, bizim varlığımız ve bağımsızlığımız için öncelikli bir tehdit, ap-açık bir "düşman"dır. Kendisini daimi bir kurtarılma ve şükran duygusu altında tuttuğumuz Türk milletinin elinden kurtarıldığı düşman, Batı denilen "tek dişi kalmış canavar"dır. Fakat bunun hemen karşısında ve simnetriğinde yer alan ikinci bir uç daha vardır ki, burada da Batı, ancak kendisine benzersek adam olabileceğimiz tek örnektir: Batı herşeydir, Batı'da olan ve Batı'ya ait olan herşey idealdir,idealde son sınırdır. Batı'nın herşeyi, üzerinde ayrıca düşünülmeye lüzum kalmadan en iyi ve en mükemel olarak kabul edilmelidir.
Bu fikir bombardmanı, Batı'ya ait olan herşeyi hiçbir seçme ve süzme işlemine tabi tutmaya gerek duymadan aynen kopya etmeye müheyya, Batı karşısında kompleksli bir nesil yetiştirmiştir.
Bu konuda iki şey daha dikkat çekmektedir: Birincisi, biribiriyle bu kadar çelişkin iki fikrin, "batıcılık" ile "cumhuriyetçilik" fikirlerinin aynı zihinde nasıl yan-yana barındırılabildiği, diğeri de Batı'yı bu kadar yücelten "batıcılar"ın aslında Batı'yı pek de iyi kavrayamadıklarının hayret verici ama doğru bir tesbir olduğudur. Filhakika, Batı'ya bu denli perestiş eden, Batı'yı adeta bir "Kabe" gibi telakki eden batıcıların Batı'dan hemen-hemen hiçbirşey anlamadıkları çok rahatlıkla ileri sürülebilir. Söz gelimi, Batı medeniyetinin ve modernitesinin özünün "insan ile eşya arasındaki münasebetlerin tarihte daha önce hiçbir örneği ve modeli bulunmayan bir tarzda ve alternatifsiz olarak yeniden dezayn edilmesi" ve bunun somutlaşmış şeklinin de "Sanayi Toplumu" olmak olduğu, onun arka-planında ise derinlikli bir düşünce cehdinin yattığı idrak edilememiştir.
Cumhuriyet döneminde elitlerde hakim olan bu "batıcı" zihniyet, Batı'nın kazanımlarının sadece meyvelerini ve kötü bir taklitle kapmaya yöneldikleri, o meyveyi veren ağaçla hiç ilgilenmedikleri için neticede meyveyi de yiyemeyeceklerini anlayamamaktadır.
|